Her şehirde bir ada, bir müze, bir tiyatro yokmuş, ama mutlaka dar sokak varmış. Benim doğduğum şehrin dar sokağı, şehrin ilk çarşısıymış. Sene altmış sekiz, babamla amcam bu sokakta iki katlı bir küçük lokanta işletirmiş. Amcam, yukarıdan çorbayı uzatır, babam aşağıdan alıp masadaki garibanlara servis edermiş. Ben, teneke tabaklarda sunulan nefis çorbayı görmemişim, kokusunu duymuşum daha anamın rahmine düşmeden.

Dar sokağın sakinleri ayakkabıcı, nalbur, bisikletçi, kalaycı, radyocu, saatçi, hırdavatçı, kahveciydi. Dükkânlar da tıpkı sokak gibi dardı. Arada hır-gür olsa bile, herkes birbirine yaslanır, geçinip gidermiş. Sokağın üstünde hep beyaz tenteler vardı, ne zaman güneş başımızı kavursa, dar sokağa kendimizi atardık. Dünyadaki her çocuk gibi benim annem de ablamdı, inkâr olmasaydı adı Sewe’ydi, ben Sewe’nin elinden sıkıca tutar, bağırtı çağırtı arasında sokağın bir ucundan sonuna doğru yavaşça yürürken, sağlı sollu esnaflar bizi, biz de onları izlerdik. Büyüdüğümü sanırdım, dar sokak benim için sadece serin bir ada değil, bin dokuz yüz yetmiş beşte Estembol’du.

Dar sokakta Halkın Sesi matbaası, Halkın Yolu dergisi, duvarlarda 1 Mayıs afişleri, İbo’nun köylü şapkalı ünlü fotoğrafı vardı. Berberin teybinden, ‘yürü devrim kervanı yürü’ türküsü dışarı taşardı. Şalvar da buradaydı, kefen bezi de. Kara Uso buradaydı, bisiklet kiraya verirdi, doksanlarda Xozat garajında çanta içi bildirilerle yakalandı, içeri düştü çıktı, sonraları TIR sürücüsü oldu.

Bir gazinosu da, meyhanesi de yoktu, ama dar sokağın en ünlü mekânı Huzur lokantasıydı, dönerine doyum olmazdı. Gece, ciddi adamların kavun-rakı yaptığı, balkonunda yıldızlara doyulmayan tuhaf bir yerdi. Xıranın armudu, Pulurun gule herci, Mazgert ışkını benzersizdi. El arabası içinde satılan otlar hep yeşil, ayakkabı boyacılarının -saçlar briyantinli-, ellerinde fırçalarla çaldıkları havalar hep neşeliydi. Akasya ağacı vardı üst girişinde, yapraklar kokar, geceleri insanı çıldırtırdı. Bir gece, o ağacın altında, elinde sigarasıyla bir üniversiteli çocuğa ilk kitabımı imzalatmışlığım da var.

Her kış arifesi, her fakir evde, akan damları loğlamak, odunları kırmak, gocukları çıkarmak, kalın orlon kazakları ütülemek işleri görülürdü. Kar daha düşmeden, bir akşam elinde kahverengi kesekâğıdı ile gelen babam sırayla çıkardığı gıcır gıcır siyah çizmeleri, numaralarına bakarak biz çocuklara verirdi. Çocukları arasında iki üç yaş vardı. Büyükten küçüğe dağıtırdı, kara lastik fakirlikti, biz mutluyduk. Çizmesini alan hemen giyer, odada şöyle bir tur atar, diğer kardeşler ona sırayla gülerdi. Gece yatağımızın başında çizmeyle uyumaya çalışır, karda çizmeyle yapacağımız yürüyüşün keyfiyle uykuya dalardık. Çizmeler, Sakallı amcanın dükkânındandı, dar sokaktan.

Yıllarca beklediğim, Almanya’dan gönderildiğinde dar sokakta süremediğim bisikletimin, tekeri patladığında ya da zili gırç gırç yaptığında, gittiğimiz yer Felek namlı bir kambur adamın dükkânıydı. Şapkalı, pos bıyıklı, çocuklara korku veren bir havası vardı. Tavana asılı çemberlerden jantlar, lastikler, pedallar, aynalar, bizi hep büyülerdi. Bu Felek, çocukmuş damda oyun oynamış, koç vurmuş, düşmüş, beli kırılmış, fakirlik, ailesi doktora götürememiş, çocuk felç kalmış. Çocuk zamanla her işi kendi yapmış, becerikli bir adama dönmüş. Bu yüzden adı Felek olmuş. Dar sokağın köşe taşlarındandı. Öldüğünde koca adamlar ağladı.

Dar sokak, sarsıcı bir eski şehir öyküsüdür. Her şeyin çok çabuk eskidiği bir çağda, akasyaları savuran, güz yapraklarını kederlendiren havası hâlâ var. Köy ürünleri almak için gelenler bugün çoğunluk olsa da, dar sokağa girenler sıcağı soğuğu, karı yağmuru, Anqara’larda biten dört mevsimi, sevdadan siteme, sitemden bitmeyen umuda, sayısız duyguyu canlandırabilir. Bir karanlık tünelden çıkmak için boğuşurken yorgun ve büyük ülke, ora örnek alınabilir. Her şehrin dar sokağı güzel.