Seçimden sonra, kaybedenler cephesinde, “değişim” zorunlu ama biraz da büyülü, gizemli bir şey olarak öne çıktı. Değişimin taşıyıcı aktörlüğüne talip olanlar belli, ama İ. Cihaner dışında kimse neyin nasıl değişmesi konusunda bir şey söylemedi!

Değişim, hele de köklü siyasal partilerde, hiç kolay değil. Yapının tepesine doğru çıktıkça artan bir direniş olur. Öte yandan, her parti için, farklı yapısal-kültürel-ideolojik özelliklerine bağlı olarak özgün değişim stratejileri gerekir.

Evet, hiç kolay değil, ama değişimin önünü açan ve kolaylaştıran -belki de dayatan demek gerek- genellikle o partiyi baskılayan bir dış etkendir. 

Eh, 14 ve 28 Mayıs itibarıyla bizde o dış etken fazlasıyla oluştu! 

Böyle zamanlarda, aslında değişime karşı olanlar bile “değiş” diyen bunaltıcı kamuoyu baskısı karşısında kendilerini birer “değişim aktörü” olarak sunarlar.

Siyasal partilerde değişim” üzerine yazılanlar; gerçekten değişimden yana olanların, parti tabanını, altını doldurdukları bir değişim vizyonuyla, değişim talebinin eylemli takipçisi haline getirememeleri halinde başarılı olamadıklarını söylüyor.    

Taban aktivizmi” gerçek bir değişimin asıl motoru ve garantisi. Yalnızca parti üyelerinin değil, onlar etrafında yer alan ve bazen o partinin çizgisine üyelerden daha fazla adanmış ve daha fedakârca çalışan kesimlerin değişim için bastırdığı bir “taban aktivizmi” sonuç alıyor.

Şeffaflık ve hesap verebilirlik, kapalı kapılar ardında değil açık tartışma, adil karar alma süreçleri… Sözde herkesin savunduğu bu değerlerin garantisi de ancak güçlü bir “taban aktivizmi” oluyor. 

Taban aktivizmi”nin kanalları bir kez açılabildi mi, değişimin taşıyıcısı olabilecek ilerici adayların etrafında toplanma, onların seçilebilmeleri için son derece güçlü ve yaratıcı kampanyalar neredeyse kendiliğinden gelişiyor.

Değişim denildiğinde ilk ve gerek şart kavramın altının doldurulması. Vizyonun olabildiğince net tanımlanması ve tabanda karşılık bulması. Bu sağlanabilirse, artık kimsenin kolaylıkla itiraz edemeyeceği bir “değişim yol haritası” da ortaya çıkmış oluyor.

Vizyon, program ya da manifesto… Değişimin altını nasıl doldurduysanız ve onu nasıl adlandırdıysanız işte o… Bu, parti içinde farklı dengelerin olduğu ve bir tarafın belirleyici olamadığı durumlarda, aşamalı bir değişim yolculuğu için kurulacak ve kurulmak zorunda olan “koalisyon”ların da zemini oluyor. 

Düşünceleri tümüyle örtüşmese de, tanımlanan değişime yakın kesimlerin bir araya gelmesi değişim dinamiğini güçlendiriyor, daha kolektif bir etki yaratıyor ve değişimi daha mümkün kılıyor.

Bir siyasal partide neyin, kimin, ne yönde değişeceği kuşkusuz asıl olarak o partinin üyelerinin, örgütlerinin işidir. Ancak, o değişim memleketi ve memlekette yaşayan herkesi etkileyecekse, “sadece partililer konuşsun siz susun” da denemez! 

Şu da açık; demokratik bir ülkenin özgür yurttaşları olarak yaşamak istiyorsak, bu konuda konuşmak ve söze de “kendi içinde demokratik olmayan bir parti ülkeyi demokratikleştiremez” diye başlamak zorundayız.

 Bir partinin nasıl demokratik olduğu da sır değil, siyaset bilimine giriş derslerinde bile bulursunuz: Kapsayıcı ve katılımcı mekanizmaları, herkesin özgürce fikrini söyleyebildiği tartışma platformları, tüm pozisyonlara adil seçimlerle gelebilme yolları, her pozisyonda şeffaflık ve hesap verebilirlik, tabanın katılımının sürekli teşviki, partinin ve sorumluların performansının düzenli olarak değerlendirilmesi…

Bunlar bizim “değişim” diyenlere notlarımız olsun, bi zahmet onlar da bize değişim dedikleri şeyin ne olduğunu açıklasın! 

Yoksa, yerel seçimlerin ardından ya yine "değişim" havanında su dövülür ya da "değişimin A. Şener hali"yle saç baş yolunur!