Hakkında o kadar gürültü koparılan Hz. Ömer adlı dizinin ne olduğunu gördük nihayet; İslam tarihi üzerine bir sabun köpüğü (soap opera), berbat mı berbat bir pembe dizi! Bildiğiniz Brezilya yapımlarından tek farkı, olayın Mekke’de geçiyor olması... Hikâye o kadar yavaş ilerliyor ki, bir hafta geçmesine rağmen henüz hicret bile gerçekleşmedi! Bol atraksiyon imkânı sunan bir tarihsel dönemi anlatmasına rağmen sağlam bir dramatik örgü içermeyen; beceriksizce canlandırılan karakterlerin her seferinde aynı şeyleri söyleyerek sadece ve sürekli konuştuğu akla ziyan bir yapım! Berbat senaryo berbat bir sanat yönetimi ve sahnelemeyle birleşince, inandırıcılıktan fersah fersah uzak ve şaşırtıcı biçimde başarısız bir anlatı yapısı çıkıyor ortaya… Ebu Cehil’in yeni Müslüman olan Yasir ailesine ve Bilal-i Habeşi’ye yaptığı birkaç bölüm süren işkenceleri izlemek bu açıdan epey ilginç bir deneyimdi: En kötü Yeşilçam filmlerinin en basit kırbaç yarası efektlerini bile Hollywood efekti gibi gösteren zavallı efekt ve makyajlar, feci oyunculuklar, yanlış ve yetersiz kamera uygulamaları... Bir de “Ben Game of Thrones/Taht Oyunları’nın jeneriğinden bire bir apartıldııım!” diye bas bas bağıran başlangıç jeneriği var ki, hiç girmeyelim daha iyi!

Tasvir yasağının görsel anlatı kültürü üzerindeki olumsuz etkisi 21. yüzyılın postmodern muhafazakârlığıyla birleşince ancak bu kadar oluyor işte! Sonra El Ezher’in koca koca hocaları da kalkıp fetva veriyor, “Ömer’in tasviri caiz değildir!” diye...

Şimdi ben Ezher hocalarının ‘kelime-i şehadet düğmesi’ne ne diyeceklerini çok merak ediyorum. Haberi görmüşsünüzdür: İnternet adreslerindeki .com, .org gibi uzantılara yönelik sınırlamaların kaldırılmasını fırsat bilen İran kökenli bir firma, ‘.islam’, ‘.halal’ ve ‘.shia’ uzantılarının haklarını satın almış. 23 Temmuz tarihli radikal.com.tr’ye göre, Asia Green adlı bu firma ‘.islam’ uzantısını vereceği kişilere elektronik olarak kelime-i şehadet getirme şartı koşuyormuş... Müslümanların teknolojiyle ilişkisinin tarihine bakınca, ezan okuyan saatten buraya geleceğimiz belliydi zaten!

Bir sonraki adımda, bazı sitelere girebilmek için kelime-i şehadet getirme tuşunu tıklamamız gerekecek. Peki bunun anlamı ne? Müslüman değilsem bu mübarek tuşa tıkladığımda Müslüman mı olacağım? Peki bu mübarek tuş aslında dinsiz olduğumu, mübarek olsun ya da olmasın tuşlara tıklamayı sadece ‘tuşlara tıklama’ olarak algılayan ve şimdi de sadece siteye girmek için o tuşa tıklayan biri olduğumu tespit edebilecek mi? Bu tuşa tıklayınca ilahi ADSL hatlarında melek hızıyla sörf yapabilecek miyiz? Peki bu inanılmaz derecede akıldışı kandırmaca oyunu kim için? Yoksa tanrı tıklama ve takipçi sayısına bakarak sanal bir cennet mi –Cennet v2.0- yaratacak? Eh, tanrıyı kandırmanın bu kadar kolay olacağını da din bezirganlarından daha iyi kimse bilemezdi zaten... (Benzer bir ‘kelime-i şehadet oyunu’ Kasım 1979’da oynanmıştı. Suudi krallığına karşı isyan eden Cuheyman bin Uteybe adlı aşırı dinci eski Kraliyet Muhafız Alayı Komutanı, 500 kişilik bir orduyla Kabe’yi işgal edip onbinlerce hacıyı rehin aldı. Bin Uteybe ve adamlarıyla başa çıkamayan Suudiler ABD ordusundan ve Fransız özel timlerinden yardım istediler. Ama Kabe’ye Müslüman olmayanların girmesi yasak olduğu için, biraz sonra feci bir katliama imza atacak bu özel tim askerlerinin her birine kelime-i şehadet getirtildi. Yani böylece Müslümanları Müslüman askerler öldürmüş oldu. Bu askerler sonradan dinden çıktılar mı, ‘Allah’ın evi’ni işgalden kurtardıkları için cennetle mi müjdelendiler, bilmiyoruz.)

Bu arada, tartışmanın küresel bir boyutu olduğunu gösteren, ‘makinenin dinle imtihanı’na dair Güney Kore yapımı çok iyi bir sinematografik örnekle karşı karşıyayız; Doomsday Book (Kıyamet Kitabı) Üç ayrı öyküden oluşan filmin Heavenly Creature (Cennetlik) adlı epizodunda hidayete eren bir robotun hikayesi anlatılıyor: Bir Budist tapınağında rehberlik hizmeti veren RU-4 aydınlandığını ve Buda olduğunu, yani Nirvana’ya ulaştığını düşünmektedir. Bunu iddia eden insan olsa sorun yok; rahipler bazı ritualistik testler sonucu doğru olup olmadığını anlayacaklar. Fakat aydınlandığını iddia eden bir robot olduğundan, durumun tespiti için robotu üreten firmadan bir görevli isterler. İnsanların robotlara üstünlüğü konusunda tartışmasız bir inanca sahip görevli, konuyu açıklığa kavuşturamaz. Buna rağmen firma, Buda-robot’tan başlayarak RU serisindeki tüm robotların imha edilmesine karar verir. Ve çarpıcı final: RU-4 gerçekten Buda mıdır, yoksa sadece halüsinatif kısa devreler yaşayan bir kablo yığını mı?

Buda olmakla budala olmak arasında çok ince bir çizgi var; çok kısa, bir ‘tık’lık bir mesafe… Çünkü içinde bulunduğumuz çağda teknolojiyle ilişkimiz, robot firmasının yöneticisinin söylediği gibi işliyor: “İnsanoğlunun bir odunu yonttuğu o ilk andan itibaren odun da insanı yontuyor.”

Tıklayan mısınız, tıklanan mı? Siz mi o düğmeyi tıklayacaksınız, yoksa o düğme mi sizi tıklayacak?