'Dünyanın kıyısında oturuyoruz...'
Koşullar eğer değerlendirilebilirse, devrimci bir değişim gerçekleştirilebilir. Uzun yıllar ülkenin kaynaklarını harcamış, siyasetin güçten düştüğü, “geri dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç” şarkısını terennüm ettiğini duymayan kalmadı.
Mahpus damının iyi yanı olur mu? İçerdesin işte, özgürlüğün elinden alınmış, yedi metre yüksekliğinde duvarları, zemini beton bir “bahçede” yürüyüp duruyorsun, önemli olan kapalıda da özgürlüğü saklayabilmek değil mi? Oku, düşün, yaz, yürü yürürken daha çok düşün, özgürlüğü dar alanda çoğaltmayı, olanakları zorlamayı her koşulda denemelisiniz. İşte bak biraz sonra öteki koğuştaki arkadaşlarla buluşacak, sohbet edeceksiniz. Bu iyi işte. Bir de sürpriz olabilir belki. Haftalar önce başvurmuştunuz, dilekçe yazmıştınız, -Kapalı’da dilekçesiz iş olmaz- şu sohbetlere Sırrı Süreyya Önder de katılabilir mi diye, işte onay gelmiş besbelli ki, Sırrı Süreyya girdi kapıdan içeri. Özgürlük alanı genişledi mi genişledi. Sırrı ile birlikte hapis yatmak bir ayrıcalıktır. Kandıra Kapalı’nın yönetimine işte buradan teşekkür ediyorum.
Çıktık açık alınla Kapalı’dan
Biz çıktık; Emre, Sırrı, Kavala, Demirtaş ve daha pek çok tutuklu, hükümlü orada kaldı. Dışardayız, yazıp duruyoruz; onlar içerdeyken biz de özgür sayılmayız. Yarımdır özgürlüğümüz; işe koşulması gereken, kendini çoğaltması gereken bir iştir.
Anayasa Mahkemesi sürprizleri seviyor şu sıralarda. Biz faşist darbenin yıldönümünde 12 Eylül’de, Yargıtay kararıyla, serbest kaldık. Önceki gün de, bu yazıya göre önceki gün yani, 3 Ekim’de AYM Sırrı Süreyya’nın “hak ihlaline” uğradığına karar verdi. Bir gün beklettiler, sonra Sırrı da çıktı dışarı.
Hoşgeldin sevgili Sırrı Süreyya, bir türlü eline geçmeyen “Kanat Sesleri’ni Kuşların” alabildin mi sonunda bilemiyorum, ama önemi yok, dışardasın ya, elden veririm. Hoşgeldin. Hoşgeldin de nereye hoşgeldin? Geçtiğimiz bir yıl, karışık, karmaşık, bir günü, bir ayı bir öncekine bezemeyen, umutla umutsuzluğun, kavga ile teslimiyetin içi içe geçtiği tuhaf bir yıl olmuş; 4.5 ay gibi bir mahpusluktan sonra, ki kısa bir zaman dilimidir, ne olmuş buralara dedim ben de. Ama biz alışık değil miyiz, her umutsuz durumdan umut üretmeye,
Boşa koyuyoruz dolmuyor mu?
Türkiye’nin son aylarda, aslında belki de yıllarda demek daha doğru olur, bir altüst olma hali yaşadığı ortada. Siyasal dengelerin günden güne değiştiği, iktidarın güç yitirdiğinin belirginleştiği, içerde dışarıda uygulanmak istenen politikaların bir tür başaşağı gidişe işaret ettiği çok söylenir oldu. Böyle zamanları anlatmak kolay değildir. Üstelik durumu kavramak, anlamak, anlatmak, politika geliştirmek durumunda olanların işi daha da zor. Çünkü nereye elinizi atsanız büyük zorluklarla karşılaşacaksınız; doluya koysanız almayacak, boşa koysanız dolmayacaktır.
Tarihte benzer durumlar hep oldu; hem bizim ülkemiz, hem öteki ülkeler açısından ufuk açıcı bir değerlendirmeyi Oktar Türel hocamızın “Uzun XIX Yüzyılda Orta Avrupa” (Yordam Kitap) adlı eserinde bulabilirsiniz. Özellikle ressam Mihaly Munkacsy’nin eseri eşliğinde anlattığı Macaristan bölümünü okurken, çarpıcı benzerlikler bulacaksınız. Ünlü Macar şairi Attila Jozef’in Macarlar şiirindeki “Dünyanın kıyısında oturuyoruz” dizesi sizi derinden etkileyecektir. Şöyledir: “Dünyanın kıyısında oturuyoruz / dertlerin öldürmesini beklercesine / bizi susatan bekleyişte / üzerimizden aşıp gidiyor aydınlık.” (Age. sf.143) Türel Hocanın şu satırları da bizim açımızdan ufuk açıcı olabilir: “Macaristan, bir yandan göreli az gelişmişliği, öte yandan siyasal kadrolarının uluslararası ittifaklardaki ‘pozisyon’ hataları dolayısıyla XIX ve XX. yüzyıl Orta Avrupa’sındaki uluslararası güç mücadelelerinde çoğu kez kayıplı tarafta yer almıştır.” (Age. sf.143) Egemen güçlerin bu türden gelişmelere yaklaşım kuşkusuz farklı olur; genellikle, olup bitenler, olup bitecekler yalnızca hep yükselmesi beklenen kar oranları ile ölçüldüğünden, felaketlere dikkat çeken sanatçıların, kültür insanlarının yaklaşımları onları fazla ilgilendirmeyecektir.
Umut kapı açsın mı bize...
Ülkenin zengin kültür dünyası, benzetmeyi yine aynı şiirden sürdürelim; “hiç hesaba katmazsanız aptallığı / geçmişimizi, yaşamlarımızı ve mücadelemizi / biz gerçekten temiziz, hey, / kapı açsın umut bize” diye mi bakar? Macaristan gibi Türkiye de bugün zor durumda. Aydınların otoriter yönetimlerden nasıl kurtulabiliriz konusunu tartıştığı iki ülke. Üstelik dünya da günden güne o eski dehşet yıllarının dünyasına benzemeye başladı; emperyalist devletler arasındaki siyasal güç mücadelesinin tamamlayıcı bir öğesine dönüştük. Umutlar tehlikelerle, tehditler mücadele kararlılığıyla kapışıyor. Ne olacağını bilmiyoruz; kararlılığımız henüz söz düzeyinden çıkıp eylemli bir siyasal tepkiye dönüşemedi. Pasif, çözümü nesnel durumun değişmesine bağlayanlar çoğunlukta. Çözümü başkalarına, hatta “takdir-i İlahi”ye havale edenler bile var.
Türel, Macaristan’ın Türkiye ile “örtüşen anlatısı”nı, toplumsal değişim ile sanatın iç-içeliğini ressam Munkacsy -eserde yer alan Grev tablosuna özellikle dikkatinizi çekmek isterim- örneğinde anlatır. “Gelecek kuşaklara kalacak büyük sanatçıları yaşadıkları toplumdaki çarpıcı dönüşümü derinden algılayan, çağına tanıklık eden ve halkının kültürel kaynaklarına erişmeyi ve onu çağının ‘ruhu’ ve değerleriyle birleştirmeyi başaranlar olacaktır” der. (Age. sf.144) Bu satırların umut taşıdığı ortada; ama günümüzün gerçeği, Türel’in anlattığı yıllarda olduğu gibi ikili bir tablo çiziyor. Sessizlik, seyirle yetinme, sol siyasetin çeşitli halk kesimlerinin kendi sorunları çerçevesinde artan hareketliliğine bile yeterince yanıt veremediği bir gerçek. Öte yandan baskı ve zorbalığın, aba ile sopanın kültür dünyasını epeyce sindirdiği, ortalamacılığın, vasatın giderek egemen olmaya başladığı da bir gerçek. Peki bu durumu gördükçe, haydi öfkelenmiyorsunuz diyelim, çaresizlik duygusu isyan ettirmiyor, harekete geçirmiyor mu sizi.
Verin basak bağrımıza mührü
Sözü uzatmanın gereği yok; koşullar eğer değerlendirilebilirse, Türkiye’nin önemli sorunlarını çözüm safhasına taşıyabilecek, dışardaki tehditlerden kurtarabilecek, ekonomide yükü hep halka yükleyen uygulamaları durdurabilecek devrimci bir değişim gerçekleştirilebilir. Uzun yıllar ülkenin kaynaklarını harcamış, peşkeş çekmiş siyasetin güçten düştüğü, “geri dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç” şarkısını terennüm ettiğini duymayan kalmadı. Ama sol için, ülkenin demokratları için, umudunu sola bağlayan, siyasi soldan beklentisi olanlar için de vakit çok geç olabilir. Dayatmalarla ve olmadık heveslerle Türkiye’ye dayatılan Suriye sorunu, ülkemizin kadim ve çözülmesi kaçınılmaz olan Kürt sorunu, gittikçe vahim hale gelen, insanların yaşam hakkını ellerinden alan ekonomik bunalım, ülkenin tüm kaynaklarını tüketen, suç batağına gömülmüş siyasilerin gitmemek için her şeyi denemeye niyetlenmesi aslında bir tür görev çağrısıdır. İcabet etmemek olmaz.
Bu çağrıya uymazsak sorumluluktan nasıl kurtulacağız?
***
Sırrı Süreyya, Kapalı’dan, bizi her gün biraz daha şaşırtan umutla umutsuzluğun iç içe geçtiği Açık mahpus damına hoşgeldin kardeşim.