Sinemamızdan bir usta daha bizi terk edip gitti. Atlas Sineması’ndan onu uğurladık. Erden Kıral, yaşarken değeri yeterince bilinmemiş bir yönetmenimizdi. Yaptığı filmler ya yasaklandı, ya da görmezden gelindi.

Erden Kıral: Yalnız ve cesur

Erden Kıral ile Sinematek yıllarında tanışmıştım. Çağdaş Sinema dergisinin kurucusu, devrimci sinemanın gözüpek savunucusydu. Dönemin siyasal atmosferinin etkisiyle solcu gençler Sinematek’in çabalarını yeterli bulmuyor, daha militan bir tavır bekliyorlardı. ‘Genç Sinema’ hareketi kantarın topunu iyice kaçırmış, Sinematek’i Batı kültürünün temsilcisi olarak algılıyor, şiddetli eleştiriler yöneltiyordu. Sinematek’te izlediği devrimci Latin Amerikan filmlerinden fazlasıyla etkilenen Erden, yeni bir dilin peşinde bir sinema tutkunuydu. ‘Yedinci Sanat’ta yazıları çıkıyordu. ‘Genç Sinema’ hareketinden kopup, ‘Çağdaş Sinema’yı kurdu, Yorgo Bozis, Üstün Barışta ve Yakup Borakas ile birlikte. Sinema kuramı üstüne çeviri yazılar yayımladılar. O günlerden sonra, sinemada çağdaş bir dil kurma arayışından hiç vazgeçmedi; çizgisine hep sadık kaldı.


İnatçıydı; Gürcü ananın çocuğu olmaktan ötürü olabilir. Disiplinliydi, Harbiye öğrenciliği yıllarının etkisi var mıdır, bilemem. 24 saat sinema düşünürdü (tutkulu insanların gece uykularında da kafalarındaki sorulardan kurtulamadığını bilirim). İyilikseverdi. Çabuk sinirlense de, özür dilemesini bilirdi. Gençlerle birlikte olmaktan, onlarla sinema tartışmaktan büyük haz alırdı. İlk çalıştığı sette (Bilge Olgaç’ın “Krallar Kralı” filminde) tanıştığı Yılmaz Güney’in onu yüreklendirmesini hiç unutmadı. Yıllar sonra Yılmaz “Bayram”(Yol) filmini önce ona teslim edip, birkaç çekim gününden sonra elinden aldıysa da, ona sevgisini, saygısını yitirmedi. “Aynadan Yansıyan Hatıralar” adlı anı kitabında, Osman Seden’i anarken “Bana kendi biçemini aşılamak yerine benim kendimi bulmama yardım emiştir” diyordu. Sevdiklerine bağlıydı; bazı insanları ise hiç sevmedi. Kaypaklarla, döneklerle, korkaklarla arası iyi değildi.

SANSÜRLE MÜCADELE

Bu hafta, Atlas Sineması’ndan onu uğurladık. Toplantıda konuşan dostlarından yönetmen İsmail Güneş’in anlattığı bir anekdot onun cesur yüreğini çok iyi anlatıyordu. Güneş, “Gülün Bittiği Yer” filmi sansürde yasaklandığında, bir sinemacı arkadaşının bürosunda ‘‘Ne yapabiliriz’’ diye sormuş. Yönetmen arkadaşı “İsmail’in arkasında kimse durmaz ki” (İsmail, sağ kesimden bir sinemacı olarak bilindiği için olsa gerek) deyince, orada oturan tanımadığı biri “Ben dururum!” demiş. İsmail o gün tanışmış bu cesur yönetmenle; sonraları hep birlikte çalışmışlar sinema örgütlerinde. Film Yönetmenleri Derneği’nin kuruluşundan, sinema yasası hazırlık çalışmalarına uzanan bir süreç…

İstanbul Film Festivali’nin Program Direktörlüğünü yaptığım yıllardan birinde (yanılmıyorsam 1984), Elia Kazan’ı jüri başkanı yapmıştık. Erden Kıral da jüri üyelerimiz arasındaydı. O yıl dört film sansür engeline takıldığında, durumu jüri üyeleri ile paylaşmış, ne yapabileceğimizi tartışmıştık. O toplantıdan ‘direnelim, eylem yapalım’ kararı çıktı. Başta Elia Kazan ve Erden Kıral Emek Sineması önünden Taksim’e bir yürüyüş yaparak, sansüre tepkimizi dile getirmiştik. Eylem, basında hak ettiği yeri alınca, dönemin Kültür Bakanı (‘Turizm’i de var mıydı anımsamıyorum) Tınaz Titiz, Sansür tüzüğünde bir değişiklik yaparak, film festivallerinde gösterilen ‘yabancı’ filmlerin sansürden muaf tutulmasını sağlamıştı. Yapımcılarımız hükümetle uzlaşma yerine ciddi bir direniş gösterebilselerdi, bu kararın yerli filmleri de içermesi sağlanabilirdi belki.

YAŞARKEN SAHİPLENMEK

Erden’in sansürle maceraları bununla sınırlı değil elbette. İlk filmi “Kanal”ı zar zor çıkarabilmişti sansürden, ama ikinci ve üçüncü filmleri “Bereketli Topraklar Üzerinde” ve “Hakkari’de Bir Mevsim” yıllarca ‘yasaklı’ kaldı. 12 Mart’tan sonra bir süre Paris’te, 12 Eylül sonrası Berlin’de yaşadı. Orada, Güzel Sanatlar Akademisi Sinema Bölümü’nün kurucu üyeliğine davet edildi. Uluslararası eleştirmenlerin tanıyıp, sevdiği birkaç yönetmenimizden biriydi. Ama gönlü kendi topraklarındaydı. Bunu filmlerinde görebiliriz. Hangi kentte film çektiyse, o kentin atmosferini, kültürünü yansıtmış, pek çok filmimizde olduğu gibi salt dekor olarak kullanmamıştır. “Bereketli Topraklar Üzerinde” ve “Hakkari’de Bir Mevsim” filmleri ardından yaptığı filmler çok az kişi tarafından gereğince değerlendirildi. Genç eleştirmenlerin filmlerini anlamamasına üzülürdü (elbette, istisnaları da vardı bu durumun, örneğin Fırat Yücel’i severdi). Erden’in “Yük”, “Vicdan”, “Gece” filmlerinin sinema yazarlarınca anlaşılamadığını düşünmüşümdür hep. Birkaç kişi dışında bu filmleri savunan çıkmadı.

AYDININ YALNIZLIĞI

Ölenlerin ardından övgü düzmekte üstümüze yoktur, ama yaşarken sahip çıkmayız değerlerimize. Özellikle sanat alanı için geçerli midir bu saptamam, bilemiyorum ama yaşayanlardan çok ölüleri seviyoruz galiba. Yalnızca bireyler değil, kurumlar açısından da aynı şeyi söylemek mümkün. Umuyorum, akademi de sessizliğini bozar, Erden Kıral sineması üstüne ciddi araştırmalar yayımlanır. Sinemamızın az sayıdaki entelektüelinden biriydi Erden. Brecht’in kuramından, Glauber Rocha’nın, Angelopoulos’un, Taviani kardeşlerin sinemasından etkilendi; filmlerinde kolaycılığa kaçmadı, biçem arayışını sürdürdü. “Av Zamanı”nda aydınların üzerinden bir silindir gibi geçen 12 Eylül sürecinde, bir yazarın yalnızlığını anlatmıştı, Ferit Edgü’nün bir öyküsünden yola çıkarak. Anlattığı kendi yalnızlığı idi bir bakıma… Edebiyatı küçümseyen, hepsi ‘doğuştan auteur’ olan bazı yönetmenlerimizin aksine edebiyattan beslenmeyi seçti. Yaşar Kemal’den, Onat Kutlar’dan, eşi Tezer Özlü’den, Orhan Kemal’den, Halikarnas Balıkçısı’ndan, Hasan Özkılıç’tan… Son filmi, Refik Halit Karay’ın bir öyküsünün uyarlaması olacaktı. Olamadı…

Erden’le pek çok beraberliğimiz oldu. Ama, belleğimde en çok yer edeni onunla ve Onat Kutlar’la birlikte Hakkari’ye yaptığımız yolculuktur. Erden, Ferit Edgü’nün “O” romanından bir film yapmak istiyordu. Onat da senaryoyu yazacaktı. Mekân araştırması için birlikte yola çıktık. Oramar köyünü bulmak için saatler boyu dağlarda dolaştık. Muhtarın evine vardığımızda köylülerle yaptığımız sohbeti, bize dinlettikleri stranları unutamam. O günlerdeki tiyatro çalışmalarım, filmde çalışmama engel olmuştu ne yazık ki… Yurt içinde, yurt dışında güzel anılarımız oldu Erden’le. Tunç Başaran’ın “Uçurtmayı Vurmasınlar”ın ikincilik kazandığı Valencia Festivali’nde jüri üyesiydi (1989 olmalı). Antalya Film Festivali’nin direktörlüğünü üstlendiğim 2009 yılı Antalya Film Festivali’nde onu jüri başkanı olarak davet etmiştim. Anımsadığım kadarıyla çok güzel bir karar vermişti jüri: En İyi Film ödülünü Reha Erdem’in “Kozmos”u ile genç bir yönetmenin ilk filmi, İnan Temelkuran’ın “Bornova Bornova”sı arasında paylaştırmışlardı.

Onun jürilerdeki titizliğini çok iyi biliyordum. Yıllardır Sadri Alışık Sinema Oyunculuk Ödülleri jürisinde birlikteydik. Genç sinemacılarda bir ışık gördü mü, onlara yönelmekte tereddüt etmezdi. Bu yıl, 2. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde gene jüri başkanı olmasını istedim, o da sevinçle kabul etti. Jüriden çıkan sonuç gene bir ilk filmi onurlandırıyordu: Tufan Taştan’ın “Sen Ben Lenin”i. İzmir’deki günlerinde gençlerin ilgisi onu çok mutlu etmişti… Ne yazık ki, bir beyin kanaması onu bizden aldı. Atlas’taki törende dediğim gibi, kanayan onun beyni değil, ülkemizin kanayan yarasıydı… Bu yarayı onarma sürecinde, Erden gibi bilinçli ve cesur sanatçıların katkısına çok ihtiyacımız var.