Farklı yaşamlar farklı anlatımlar
40. İstanbul Film Festivali’nde Uluslararası Yarışma seçkisi zayıf, Ulusal Yarışma ise içerdiği çeşitlilikle tatminkârdı. Yarışma filmleri arasında üçü öne çıkıyordu: “Çatlak”, “Beni Sevenler Listesi” ve “Sen Ben Lenin”
Bir filmin, sıradan bir eğlencelik değil de bir sanat yapıtı olmasını sağlayan şey, ne yalnızca içeriği, ne de yalnızca anlatım tarzı olsa gerek. İyi film, bu iki boyutu birden kucaklayabilen filmdir bana göre. Elbette kişiden kişiye değişir bu ölçüt. Kimi, toplumuna ışık tutan, toplum yapısındaki değişimleri yansıtan filmlere öncelik verir, kimi sinematografik anlatımdaki yeniliklerin peşinden gider. Jürileri en fazla zorlayan husus bu olur genelde. Bazı jüriler, kendi dünya görüşleri ya da sinema anlayışlarının dışındaki ürünleri yok sayma eğilime girer. Dengeli kurulmuş bir jüri ise bu açmazın üstesinden gelir; tek yolculuk yerine, çoğulculuğu seçer. Tolga Karaçelik, Ece Dizdar, Naz Erayda Kurdoğlu, Nadir Öperli ve Şebnem İşigüzel isimleri doğru bir jüri kararının önceden habercisiydi benim için.
Bir sanat yapıtını değerlendiren jürinin, kendi beklentilerine cevap aramak yerine, sanatçının seçtiği yolda ne ölçüde başarılı olduğunu tartması, öznel tercihlerini jüri odasının dışında bırakması doğru olur kanımca. Ne var ki, kimi zaman politik doğruculuk endişesiyle hak etmeyen filmlerin ödüllendirildiğini de biliyoruz. Jürinin karşısına çıkan seçkinin yetersiz olması durumunda, böylesi bir tercihe yönelmesi daha kolay olur jürinin. Bu yıl, İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümündeki filmleri değerlendiren jürinin kararının nedeni bu mudur bilemem, ama “Madalena”nın Altın Lale’yi hak eden bir film olmadığını düşünüyorum. Brezilya’da yaşanan bir trans kadın cinayetini konu alan filme, sinematografik özelliklerinden çok, ele aldığı tema nedeniyle bu ödül verilmiş olabilir. Dünyanın farklı köşelerinde LBGTI+ bireylerin karşılaştığı insanlık dışı uygulamalara karşı çıkan ve insanlığa empati çağrısı yapan filmlerden biri olan “Madalena”, Madiano Marchetti’nin ilk filmi.
Film, Brezilyanın soya plantasyonlarından birinde bulunan bir kadın cesedi ile başlıyor. Ama, film boyunca bu kadının kimliği hakkında herhangi bir bilgi edinemiyoruz. Bu cinayet sonrası, Madalena’nın geride bıraktığı eşyaları paylaşmak için bir araya gelen üç insanın öykülerini anlatıyor yönetmen. Birbirlerini tanımayan bu üç insanın ortak özelliği, Madalena ile farklı düzeylerde ilişkileri olması. Muhafazakâr sağcı bir kasabanın insanlarının işlenen cinayet karşısındaki suskunluğuna işaret eden yönetmenin senaryosundaki boşluklar, anlatımına da yansımış. Film, “Brezilya dünyada en çok transseksüel cinayetinin işlendiği ülkedir” yazısıyla sonlanıyor.
Festivalin Belgesel seçkisinde de çok iyi bir film olmadığından olsa gerek, kararlara politik doğruculuğun hâkim olduğunu düşünüyorum. En İyi Belgesel seçilen Yusuf Emre Yalçın’ın “Anima”sı aceleye getirilmiş, kurgu aşamasında yeterince cesur davranılmamış bir film. En İyi Kısa Film seçilen “Suçlular” da, ‘politik doğrucu’ ama buna sığınmayan bir film. Serhat Karaaslan, toplumumuzdaki tutucu değerleri çarpıcı, kısa film mantığını zorlamayan bir anlatımla veriyor. Sinematografisi ve oyunculuklarıyla dört dörtlük bir çalışma.
ÇATLAK
İstanbul Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümündeki filmlerin hepsini izlemek olanağı bulamadım. Bu yüzden ben olsaydım şunu seçerdim diyemeyeceğim ama izlemiş olduğum ve en önemli ödülleri paylaşan üç filmden hareketle, bu yılın hasatı konusunda Jüri başkanı Tolga Karaçelik’le aynı fikirde olduğumu söyleyebilirim. Sözünü edeceğim üç film de birbirinden çok farklı ve üçü de çok iyi film diye nitelendirebileceğim düzeyde. Toplumumuzdan farklı kesitleri beyazperdeye taşıyor bu üç film de. Belki birkaç film daha eklenebilirdi bu listeye. Ne var ki, yarışmadan En İyi İlk Film ve Görüntü Yönetmeni ve Kadın Oyuncu ödülleri ile ayrılan “Sardunya”yı, Kadın Oyuncu Ödülünü paylaşan “Dirlik Düzenlik”i izleme şansım olmadı.
Fikret Reyhan’ın İstanbul’da En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve FIPRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları) ödüllerini kazanan filmi “Çatlak” Antalya’da da ödüllendirilmişti. Ekonomik krizin pençesinde kıvranan toplumumuza ışık tutan bir film, “Çatlak”. Yurt dışında arkadaşlarından borç alan oğulları borcunu ödeyemeyince toplanan aile meclisindeki çatlağı, son derece yalın ve gerçekçi bir anlatımla aktarıyor yönetmen. Sosyo-ekonomik yapıdaki ‘çatlak’ın, aile bireylerinin moral değerlerine de yansımasını, ‘kutsal aile’ yapısının tuzla buz oluşunu anlatıyor. Reyhan, ilk filmi “Sarı Sıcak”ta fabrikalarla çevrili bir tarım arazisinde geleneksel kurallarla üretim yapmaya çalışan bir baba ile değişen koşullara uyum sağlamaya çalışan oğlu arasındaki çatışmayı konu almış ve usta bir anlatıcı olduğunu kanıtlamıştı. Bu kez, gene usta işi bir senaryo ve yönetimle kentte yaşayan orta sınıfın yaşadığı buhranı anlatıyor.
BENİ SEVENLER LİSTESİ
Altın Lale - En İyi Film Ödülünü kazanan “Beni Sevenler Listesi” ise, toplumumuzdan çok farklı bir kesiti anlatıyor. ‘Cihangir sosyetesi’ olarak tanınan ve genellikle sinema çevresinden insanlardan oluşan bu kesiti çok iyi tanıyor yönetmen Emre Erdoğdu. Tıpkı, ilk filmi “Kar”da olduğu gibi uyuşturucuya bağımlı yaşayan bir gençlik kesimini anlatıyor. Etik bir yargılamaya gitmeksizin, sınıfsal çelişkileri görünür kılarak. Bağcılar’da yaşayan bir prodüksiyon görevlisinin uyuşturucu sağlayarak bu gençlerin arasına girmesinin ama, başı derde girince yapayalnız bırakılmasının öyküsü. Bireyciliği tek değer olarak benimsemiş bu gençlere dışardan bakmak yerine, içerden bakıyor yönetmen. Anti-kahramanının yazgısına acımak ya da kızmak yerine onu anlamamızı istiyor sanki… Peki, biz öyle bakıyoruz da, bu gençler filmi izlediklerinde kendilerine eleştirel bir gözle bakabilecekler mi, o konuda spekülasyon yapmak için bir veri yok elimizde…
Sinematografik açıdan çok başarılı bir film “Beni Sevenler Listesi”. Baştan sona dinamizmini yitirmeyen kamerası ve kurgusu ile Godard’ın ilk yıllarını, özellikle “Nefes Nefese” filmini anımsatıyor. Ağır tempolu ‘sanat filmleri’ne yazgılıymış gibi görünen sinemamıza yeni bir nefes, yeni bir heyecan getireceğini muştulayan ilk filminin yarattığı umutların boşuna olmadığını gösteriyor Emre Erdoğdu ikinci filmiyle. Ama artık bu dar çevrenin ötesine uzanmasının zamanının geldiğini düşünüyorum. Son bir not: Filmin başrolünde çok başarılı bir yorum sunan usta oyuncu Halil Babür’ü En İyi Erkek Oyuncu seçen Jürinin kararına katılmamak elde değil.
SEN BEN LENİN
Ve, sinemamızda örnekleri fazla olmayan mizah duygusuna sahip bir film: “Sen Ben Lenin”. Yaşanmış bir olaydan hareketle tasarlanmış bir siyasal taşlama-polisiye. Yani, herhangi bir türe sokulması mümkün olmayan özgün bir ilk film; toplumumuzun farklı kesimlerinin (usta oyuncuların el vermesiyle) geçit yaptığı bir Karadeniz panoraması, “Sen Ben Lenin”. Onat Kutlar anısına verilen Jüri Özel Ödülü’nü kazanan filmin yönetmeni Tufan Taştan insanımızı zaafları ve sevimli yanları ile aktarırken, ‘havadan nem kapan’ taşra politikacılarını, emniyet mensuplarını alaya almaktan geri durmuyor. Taştan, sinemamıza çok ihtiyaç duyduğu bir damar kazandırabilecek gibi duruyor. Yeni çalışmasını merakla bekleyeceğim.