Emperyalizmin içeriği değişmeyecek “somut gerçeklik” olduğunu bilerek uzlaşmaz bir antiemperyalist tutumda ısrarlı oldu. Saddam “destekçiliği” bununla ilgilidir.

Fidel efsane değil gerçekti

Nedense en çok “tarih beni beraat ettirecek” lafı önemsenir. Kendisini yargılayanlara karşı elbette büyük bir meydan okuyuştur bu cümleler ama ben büyük Fidel’in bu lafını çok sevsem de en önemli vecizesi olarak görmem. Hangi koşullarda söylendiğini biliyor olmama rağmen tarihi genellikle egemenlerin yazdığını bilen Fidel gibi bir büyük devrimcinin, o tarihin onu beraat ettirip ettirmemesini neden önemsediğini anlayamamışımdır. Kast ettiği emekçilerin yazacağı tarih ise, o tarihte zaten kendisi de yaptıkları da bir yargılama konusu olmayacaktır. Tarihin kendi kişiliği etrafında döndüğünü fark etmeyip onun yargısını önemsemek Fidel’den beklenmeyecek bir “teslimiyet”.

Ama şu gerçektir ki, kimlerce yazılırsa yazılsın herhangi bir tarih asla ona kayıtsız kalmayacaktır. “Doğuştan siyasetçi değilim' diyen devrimcinin büyük bir tarihi özne olduğuna kuşku yok. Onun başardığı devrim, kendisinden önceki bağımsızlıkçı büyük önderlerin hattını takip eder. Öncekileri elbette çok aşmıştır onun devrimi ama “yapay”, “temelsiz” bir devrim değildir. Ülkenin geleneksel antiemperyalist, anti sömürgeci tutumunun devamıdır.

Küba Devrimi’nin başarısının özellikle batı entelijensiyasında uyandırdığı ilk tepkileri anımsamadan bugün bu büyük devrimciye yöneltilen saldırıları anlamak mümkün değil. İki büyük figür aklımızdadır. Jean Paul Sarte ile Simone de Beauvoir. Her ikisinin de Küba Devrimi’ne olan hayranlıkları (!) bu devrimin Sovyetler Birliği’ne benzemeyecek oluşunadır. Dönemin emperyalist propagandasının etkisi altında kalmış bu iki büyük figür amansız bir Sovyet düşmanıdır çünkü. Sartre’ın, Beauvoir’nın da, Susan Sontag’ın da Küba Devrimi’ni ilk başlarda selamlamaları “Rus devriminin” aşırılıklarına düşmeyeceğine olan umutlarıydı. Sovyetlere benzemeyecek diye sevinen başkaları da vardı tabii. Bunlardan biri olan “yeni sol” kavramını popülerleştiren C. Wright Mills “Küba rejiminin” kelimenin kapsadığı tüm anlamlar açısından “komünist olmadığını” söyleyebiliyordu sevinçle. Fidel konuşmalarında “her şey devim için” dedikçe, bu söylemine uygun politikalar geliştirdikçe “sol sever batılı entelijensiya” Küba ile arasına mesafe koymakta gecikmedi.

Küba’da aradıkları “demokrasiyi” bulamayanların Fidel’e saldırmaları doğal

Bizimkiler Çözdü

Fidel’in kaybından sonra yapılan kimi değerlendirmelere bakıldığında bizim buralarda o dönem batılı aydının eleştirilerini temel alan yaklaşımlar görüyoruz. Devrim olduktan sonra dönemin batılı aydınları, sosyalistleri arasında tam bir görüş birliğine varılamazken bizim “aydınlarımız”, “sosyalistlerimiz” Küba’da sorun olduğunu, sorunun da ne olduğunu anında çözebildiler. Batı düşünce dünyasının kavramlarının kafalarını nasıl işgal ettiğini ortaya koyan yaklaşımlardı bunlar. İdealize ettikleri demokrasinin bir ülkenin dinamikleriyle karşılaştığında nasıl mümkün olabileceğine ya da olamayacağına kafa yormadıkları görüldü bir kez daha. Önceleri devrimi savunan ama kafasındaki teoriye uymadığı için sonradan, tavır almasa da, bir hayli soğuk bakan Sartre’lardan kalma yaklaşımlarla değerlendirmelerde bulundular.

Biri örneğin, “Küba devrimi de benzer tüm devrimler gibi kendi çocuklarını yedi” diye yazdı örneğin. Küba Devrimi’nin “yediği” çocuklardan biri Ernesto Che Guevara’ydı yazana göre. Verebildiği tek örmek de budur. Küba Sovyetlere “giderek” daha fazla yaklaşmaya başlayınca “rahatsızlık” duymuş, o nedenle Küba’yı terk etmişti (!) Guevara,. Küba Devrimi’nin devrim sonrası Bakan’larından biri olan Arjantinli Che’nin ülkeyi terk etmek istediği için Fidel’le görüş ayrılığına düştüğünü biliriz biz. Ülkeden ayrılmadan kısa süre önce Fidel’e yazdığı 1965 Mart tarihli mektupta özeleştiri veren bir Che olduğunu da. Kübay’ı terk edip gittiği güvenli bir ülkede hangi korku (!) bu mektubu yazdırabilirdi: "Tek büyük yanlışım Sierra Maestra'daki ilk zamanlarda sana daha fazla güvenmemiş, senin yol gösterici, devrimci niteliğini yeterince iyi anlayamamış olmamdır”.

Sovyetler Birliği’ne çok yaklaştığı için Fidel’e de Devrime de soğuk bakan (!) Che’nin Bolivya’ya gitmeden önce Sovyet yetkilileriyle görüştüğünü yazmak ihtiyacını duymamış belli ki söz konusu “yazar”.

Hangi şiddet?

Fidel, tarihin önüne çıkardığı somut gerçekliğe göre tavır alan bir devrimci olmuştur her zaman. Emperyalizmin asla içeriği değişmeyecek “somut gerçeklik” olduğunu bilerek uzlaşmaz bir antiemperyalist tutumda ısrarlı olmuştur. Bu onu ülkesi içinde “muhalif” olarak adlandırılan emperyalizmin “kollarına” karşı “şiddetli” tutum almaya itti kuşkusuz. Aslında bu şiddet, Sartre’ın bile savunduğu şiddetti. Yaptıkları bir tartışmada Sartre’ın, şiddet karşıtı olan Albert Camus’yu “sırtını pratiğe dönüyor, tarihin dışına düşüyorsun” diye eleştirdiğini anımsayalım. Fidel’in devrim sonrası karşı devrimci unsurlara “şiddeti”, Nazi karşıtı Fransız Direniş hareketinin Nazilerle işbirliği yapanlara aldığı sert tutum yanında şefkatli sayılır. Devrim yapmıştır, devrimin var olma hakkını korumak için sert davranmıştır ama şiddeti, idamları yaygın olarak kullanmış değildir. Bugün bile kamu önüne bu konuda atılan iddia yoktur. Şu sözler onun: “İşkencecileri ve canileri saflarımızdan attım ancak hasmım bile olsa, gelişme kaydeden hiç kimseyi kovmadım. Zira ben mahkûmları katledenlerden, cinayet işleyenlerden nefret ediyorum ama savaş alanlarında dövüşen insanlardan da asla nefret etmiyorum”.

Karayip ülkeleri arasında hapiste en fazla uyuşturucu kaçakçısının bulunduğu ülkedir Küba. Ama emperyal propaganda makinesi bunların hepsini “muhalif” olarak duyurdu dünyaya. Küçük bir ada ülkesinin uyuşturucu trafiğinin istasyonu olmamak için aldığı önlemler bile “rejimin günahlarından” kabul edildi. Eşcinsellerin baskı gördüğü, hapis cezalarına mahkum olduğu bir gerçektir. Sosyalizmin tüm ilerici tutumlarına karşın Küba’da da Hıristiyan ahlakçılığının izleri görülür, eşcinselliğe bu çerçevede yaklaşılır. Ancak Küba’nın bu “hatadan” hem de çabuk döndüğünü görmezden gelmeye devam eder kimi çevreler.

Bugün Küba’da eşcinsel hakları savunucularının başını Devlet Başkanı Raul Castro’nun kızı Mariela Castro çekmektedir. Ulusal Cinsel Eğitim Merkezi'nin başkanı olan, eşcinsel evliliğe verdiği destekle de bilinen Mariela Castro tarafından organize edilen, ötekileştirmeye karşı insan hakları yürüyüşünde onlarca eşcinsel çift sembolik olarak evlendiler örneğin.

Fidel, bir komünist elbette. Ama Hıristiyanlıkla Marksizm karşımı bir ahlakçılığı vardı. İslam’ın aksine bir fakir dini olarak doğan Hıristiyanlıkla sosyalizmin ortak birçok yanı olduğunu düşünüyordu. Fransız devriminde, Çin devriminde, Sovyet devriminde oldu ama Küba’da dini kurumlara ciddi saldırılar olmadı. Örneğin hiç sevmediği Vatikan’la yine de ilişkilerini hiç kesmedi. Küba Komünist Partisi ateist bir programa sahiptir ama yurttaşlarına dini konularda hiç baskı yapmadı.

Sadece Hıristiyanlara değil, ülkesindeki Yahudi Kübalılara karşı da hoş görülü bir tutumu oldu Küba sosyalizminin. Örneğin Varşova gettosu ayaklanmasının yıl dönümü ülkede yaşayan Yahudiler için tatil günüdür.

“Oligarşik yönetimli Küba”

Tüm bunlar, o “solcu yazar”ın aradığı burjuva demokrasisini bulamadığı, bu yüzden de “hayli oligarşik bir yönetim” olarak yorumladığı Küba’da oluyor.

Oligarşik bir yönetime sahip” Küba’da iki çeşit seçim vardır. Yerel seçimler, genel seçimler. Birçok ülkede olduğu gibi yani. Ama birçok ülkede olmayan kimi şeyler var. Milletvekili adaylarını halk kendisi seçer. Yani “oligarşik bir yönetimin” olmadığı (!) Türkiye gibi ülkelerde partilerin yaptığı işi Küba’da halk yapar. Kişiler Komünist Parti ya da başka bir politik örgüt adına değil kendileri adına aday olurlar. Ülkenin değişik yerlerinde oturan yerli halkın toplantılarda ellerini kaldırmaları aday göstermeleri için yeterlidir. Küba’da seçim adayları parti organları tarafından değil mahalli halk meclisleri tarafından belirlenir. Küba Komünist Partisi seçimlere müdahale etmez, kendi adaylarını çıkarıp desteklemez. Mecliste parti militanı olan, olmayan üyeler vardır.

Seçimler sırasında sokaklarda güvenlik güçleri yoktur Küba’da. Seçim sürecine tanıklık etmeleri için dünyanın diğer bölgelerinden gözlemciler davet edilir. Seçme ve seçilme hakkı için en küçük yaş 16’dır. 16 yaşını tamamlayan herkesin belediye meclisi delegesi seçilme ve 18 yaşını dolduran herkesin ulusal meclise seçilme hakkı vardır.

Oligarşik bir yönetime sahip” Küba’da oy kullanmak zorunda değildir kimse. Genel, gizli ve gönüllü oy hakkı vardır. Oy kullanmayan kişiye herhangi bir ceza uygulanmaz. Genel seçimlerde Genel Meclis ile 14 bölge meclisine (ilki için 601, ikincisi için ise 1192 kişi seçilir) adaylık özel bir komisyon tarafından belirlenir. Bu komisyon işçi, çiftçi, öğrenci ve meslek örgütlerinin önerilerini dikkate alır. 1998’deki seçimlerde aday listesi 60 bin isme kadar çıkmıştı. Her iki örnek de Kübalıların önce adayları sonra da göreve gelecek kişileri seçerken geniş bir katılım sergilediklerini göstermektedir. Bu, “Halkın iktidarı” sisteminin temelidir. Bu sistem 1976’da yapılan referandum ile Küba yurttaşlarının çoğunluğu tarafından da kabul edilmiştir.

Kürt Düşmanı mıydı?

Aklı evvel birileri Fidel’in, Saddam Hüseyin’in dostu, dolayısıyla Kürtlerin düşmanı olduğunu yazabildi. Irak’ın Saddam’ın Amerikancı politikalar izlediği yıllarda Küba’yla hiçbir ilişkisi yoktur. Sovyetler Birliği’ne yakınlaştığı dönemlerde dönemin gereği olarak Irak ile sınırlı bir ilişkisi olmuştur. Saddam 1979’da Küba’yı ziyaret eder. O zamanlar daha Halepçe katliamı gibi vahşilikler gerçekleşmemiştir.

ABD karşıtlığını politikasının temeli yapmış olan Küba’nın “Irak Krizi”nin başından Irak’ın işgaline kadar “Irak yanlısı” olması emperyalizme karşı tutumuyla ilgilidir. Saddam “yerel bir diktatör”dür, emperyalizm ise “küresel bir diktatörlük”. Bu konuda tutumu küresel diktatörlüğe karşıdır Fidel’in. Benzeri bir tavrı İngiltere ile Arjantin arasında yaşanan Falkland Savaşı sırasında da sergilemiştir. O sıralar Arjantin’de Videla başkanlığında askeri faşist cunta vardır. Buna rağmen “küresel emperyalizme” karşı politikasının bir sonucu olarak Fidel, savaşta Arjantin’i desteklemiştir. Bu tür “tercihlerin” yapıldığı tarihsel anlar vardır.

Hiçbir zaman Suriye’deki yönetimi de benimsememiştir ama İsrail’le savaştığı için Suriye’ye 1973 ile 1975’de tank birliği yollamıştır. Saddam karşıtlığı, bunca yıllık antiemperyalist politikasının da iflası olacaktır. Emperyalizm karşısında tutarlı olamayanların değerlendirmelerinin sığ olması da normaldir.

Yıllarca ambargolar altında olan Küba’da eleştirilecek elbette çok şey var. Ama bunu “liberal” ya da “burjuva demokrasisi” görmediği için Küba’ya saldıranlar değil, biz sosyalistler yapacağız. Yapılacak çok iş, alınacak çok mesafe olduğunu vurgulayan Fidel’in sözü ışığında elbette: “Devrim henüz bitmemiştir yoldaşlar”.

Efsane değildi

Fidel bir efsane değildi. Gerçekliği kuşkulu kişilerin, gerçek olduğu varsayılan yaptıklarını abartan mitolojinin sıfatlarıyla anılmayı hak etmiyor Fidel. O sesini duyduğumuz, görüntüsünden haberdar olduğumuz, yazdıklarını okuduğumuz, konuşmalarını dinlediğimiz en muhteşem “gerçeğimizdi”