Avrupa Kupaları, Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupası finallerine katılan takımların çoğu ki özellikle Avrupa takımlarının hemen hemen hepsini kapsar, ‘ekol’ sayacağımız kendilerine ait olan futbol stiline sahip olduklarını bilmek zorundayız. Çünkü rekabet etmenin ve buralarda kalıcı olmanın ana unsuru; var olan oyun içindeki davranış kodlarını sistematik bir kurguya getirerek futbola ait aynı şartları yaratmak zorunluluğudur.

Bunun temel unsur olmasıyla beraber, yeterli bir güce sahip olması da tabii ki beklenemez. Bunun sebeplerinden en belirgini olanı ortaya çıkan yeni trendlerdir. Sevgili dostum Muhsin Ertuğral’ın Tam Saha da anlattığı gibi “Şayet bu başarıların devamlılığını sağlamak ve futbolda ‘ekol’ olmuş ülkelerle rekabet içinde olmak istiyorsak, uzun vadeli stratejik kararlar almamız gerekiyor.”

Bizim liglerimizde ve özellikle de milli takımlarımızda mecburen oynanan (!) sabit formasyon oyun stratejisinin Dünya’da artık terk edilmeğe başlanıp, esnek ve değişebilen stratejilere geçiş ile oyun zenginliğinin sağlanarak küçük kalibrede görünen takımların da büyük başarılara ortak olabileceği ortaya çıkmıştır. Buna en iyi örnek Hırvatistan’ın Fransa ile Dünya Kupası finali oynamasıdır.

Sevgili Ertuğral’ın bu konuya ait yorumlarıyla devam edelim: “Takımların teknik kadroları, performans antrenörlerinin ve performans analiz ekiplerinin farklı ve detaylı çalışmaları sayesinde artık çağ atladı. Taktik açısından son derece esnek olan takımlar başarılı oldu. Gelecekte teknik kadrolar ve eğitmenler, bu trendleri göz önünde bulundurarak tüm sistemlerde içten dışa ustalaşmalı ve gerekirse temel düzeni değiştirmelidir.”

Bizdeki antrenörlerin bir histeri gibi istemek zorunda olduğu şu topa sahip olmanın tek başına aslında hiçbir anlamı olmadığını da anlamak gerek. Çünkü, oyunun içindeki taktiksel bütünlük, geçiş oyunları ile set oyunu içindeki kurguların tamamı buna müsait olması kaçınılmazken, bunu tek başına futbolun bir değeriymiş gibi sunmak büyük bir yanılgıdır.

İşte size en belirgin örneği: “Son Dünya Kupası’nda takımların büyük bir kısmı topu istemedi. Ortalama topa sahip olma oranı yüzde 51 olarak ölçüldü. Buradan bakıldığında topa sahip olmadan da başarılı olunabiliyor yorumları yapılabilir. Tabii bu tarz bir oyun felsefesi ile bir turnuvada ne kadar başarı sağlanabilir? Tartışılır... Maç başına en fazla topa sahip olan takım İspanya (%69) iken, bu istatistikte 19. sırada yer alan Fransa hedefe ulaştı. Bu trendler, günümüzün geçiş oyununun önemini bir kez daha vurguluyor.” Tabii bütün bunları anlatmaya çalışırken çok elzem örnekler üzerinden giderek de neyin ne olduğu üzerine kafa yormakta yarar var. Bana göre bu konuda en ekstrem isim İbrahimoviç’tir… Neden bu kadar önemli bir oyuncu konumuna geldi? Sadece kendi yetenekleri mi, yoksa oynadığı mevkiinin özellikleri yeni trend arayışlarında en kilit yere mi sahip?

“Günümüz futbolunda geçiş oyununa endeksli felsefelerin gelişimi nedeniyle, bildiğimiz 9 numaralı forvet profili, dünya futbolunda aranan oyuncu tipi haline geldi. Örneğin Almanya, yıllarca bu profildeki oyuncuların yetenek havuzlarında gelişimine özen göstermişti. 60, 70, 80 ve 90’lı yılların bildiğimiz Almanya’sı, Dünya klasmanının en önde gelen kaleci ve merkez forvetlerini yetiştirmişti. Günümüz futbolunda, önde gelen futbol kültürü olan Almanya ve Hollanda, bu pozisyonlarda sıkıntı yaşadıklarından oyun felsefelerini değiştirmek zorunda kalacaklar.”

Artık, dünya futboluna baktığımız zaman değişime ayak uyduran takımlar çok rahatlıkla büyük takım olarak niteleyeceğimiz seviyeye gelmektedirler. İtalya ve özellikle İnter de Conte oynattığı futbol ile bu farklılığı yakalamaktadır. Savunma organizasyonlarının giderek daha kompakt hale getirmeleriyle birlikte, geçiş oyunundaki hızları ve taktiksel birikimleri diğer takımlara karşı büyük fark yaratabilmektedir. “Özellikle standartlarla birlikte ve savunmada sıkı bir şekilde organize edilmiş rakiplere karşı ikinci toplarla bağlantılı olarak strateji belirleyip, pas ve koşu yollarının ezberlenmesi mühim. Topu geri kazandıktan sonra gol atabilme olasılığı, topun nerede kazanıldığı ve hedefe yaklaşmak için geçen süreye bağlı.”

Ülkede, herkes bir takım tutuyor ve hafta sonları saatlerce o TV’lerdeki içeriğini anlamak mümkün olmayan programları seyretmelerinin aslında hiçbir karşılığının olmadığı, şu kadar küçük anlatımda bile ortaya çıkıyor. Tüm kulüp başkanlarından, Sergen Yalçın’ı dışarıda tutmak kaydıyla-tüm antrenörlere kadar, aslında adına futbol demek biraz zor olsa da kendilerine ait olan ile uğraşıyorlar. Biz de alet oluyoruz.