Başlık, filozof futbolcu Socrates’in futbol anlayışını tanımlamasıdır.

Futbolun metalaşması ile beraber, başarı ve başarısızlık da makineleştirilerek futbolun piyasacı organizasyonunun odaklandığı iki temel unsura indirgenmiştir; sürekli yarışmak ve ne olursa olsun hep kazanan olmak.

Sayısal veriler üzerinden sonuç alarak yarışmak ve özellikle de kazanmak için daha iyi (!) olmak gerekliliği, futbol oyununu acımasızca, sömürücü karakteriyle yok etmektedir.

Kapitalist üretim metotları başarı ya da başarısızlıkla sporun içerisinde bulunan mesleki ahlak öğretilerini, etik değerlerini ve insani duygular dışlamış olması, futbolcuların birer meta olarak pazarlandığı bu ortamda, acımasız rekabete dayalı ve süreklileştirilmiş bir başarı hali, futbolun gerek saha içinde gerekse saha dışında kolektif ruhunu zedelemekle kalmayıp futbolun hikayesini de yok ediyor. Hem de sahip olunun tarihsel tüm hikayeleri…

Bu süreç, futbol yönetim mekanizmasını, endüstri alanına uygun olarak (ki burası bizi pek ilgilendirmiyor, çünkü bizde spor endüstrisinden söz etmek mümkün değil), kapitalist üretim ve yönetim stratejilerini futbola uygun olmamasına rağmen, (burada da bir parantez daha açmak istiyorum; bizdeki kapitalist üretim mekanizması ‘esnaf’ mantığına karşılık gelmektedir) futbolun içinde sokulmaktadır.

Sistemin ortaya çıkardığı bu kurgu haliyle her ülkede aynı tepkiye sahip değil. Ülkeden ülkeye değişmesi, aslında ortaya farklı kültür kodlarını koymakla beraber, futbolu amaç mı, araç mı olarak kullandığını da açığa çıkartıyor. Belirleyici ilk unsur ise piyasacı kapitalist sistemdir. Her ülkede farklı kod ile ortaya çıksa da, bizde olduğu gibi genelde elinde gücü olanın gücü olmayanı sömürmesi üzerine bir model ortaya çıkartmıştır.

Bu ayırımı belirleyen en temel değer, demokratik tepkilerin toplum içindeki karşılığıdır. Eğer bu değerler suiistimale uğramış ve bir azınlığın elinde araç haline getirilmişse, o yapı içindeki tüm kurgular bir araç, tüm insani faktörlerde bir piyondan ibaret olur.

İşte halimiz…

En iyi örneği AİHM’nin TFF için aldığı karardır.

AİHM’nin TFF kurullarının Genel Kurul, MHK, Tahkim Kurulu, Çözümsüzlük Kurullarının anti demokratik bir model olarak haksız rekabete neden olacağı üzerine ve değişmesi gerek yönünde karar aldı. Aldı almasına da kim, neden bunu düzeltmek için çaba harcamıyor? Ya da kimi ne kadar ilgilendiriyor bu konu?

İşin ilginç yanı AİHM’ye yapılan itirazın da ret edilmiş olmasına rağmen…

Çünkü hukuk sistemi de gücün elinde tekel olmuş durumda.

Ondan sonra, ‘başkanlar neden sahaya inip rakip takım oyuncularını veya hakemleri kovalıyor?’ diye soruyoruz.

Ya da ‘hakemleri odadan çıkartmayın ben geliyorum’ diye direktif veren başkanı sorguluyoruz.

Tabii bu soruların tamamı, bu ülkede şampiyonluğa oynayan, oynadığını zanneden veya kendi evinde puan kaybeden takımlarının, ki şampiyonluğa oynayıp oynamaması bu noktada çok da önemli olmayan takımların da davranış kodlarıdır.

Artık bunları herkes benimsemiş durumda. Kimsenin yabancılık falan çektiği de yok!

Ha, her dönem böyle olmadı mı? Hem de milyonca kez oldu.

Her siyasi kurgunun kendi paydaşları vardır. Var olan yapı içinde bu paydaşlar olanaklardan elinden geldiği kadar yararlanmak için çabalarken, bu çabalarının karşılıksız kalmasın diye sihirli bir el tarafından önleri açılır.

1980 sonrası dönemleri incelediğimiz de bunun pekâlâ bu kurala göre işlediğini görürüz.

Unutmayalım! Cunta başkanı Evren’in Ankaragücü için kural değişikliği yaptırarak lige çıkartması, bombanın piminin çekildiği andı.

Ki sonunda bu sitem, taraftarı müşteri haline getiren tüketim ve popülist temelli günümüz futbol anlayışı, taraftarların aidiyet bağlarının zayıflatılmasının da önünü açtı.

Ortada futbol olmayınca, sadece şiddet içeren kurgu kalıyor ve bunu da kimse çekinmeden sonuç alana kadar kullanıyor.

Kimse Trabzonspor’un başkanlarına, Başakşehir’in başkanına veya Rizespor’un başkanına kızmasın.

Onları, 1980 yılından beri süre gelen sistem yarattı ve onlar da sistemin olanaklarını sonuna kadar kullanıyorlar.