Gazeteci hâlâ gerçeğin peşindeyse, demek ki farkında değil değişimin der onlar; gerçek öldü artık post gerçek, post truth zamanlarındayız, hakikat kayıplara karıştı algının imparatorluğu başladı.

Gazeteci, cesaret, bedel

Sevgili kardeşim Alican Uludağ, Friedrich Naumann Vakfı ile Alman Yayıncılar Birliği tarafından verilen Raif Bedevi Cesur Gazeteciler Ödülü’nü aldı. Alican ödülü, mesleğini yaparken bedel ödeyen gazetecilere adadı. Bu güzel haberde iki sözcük var artık yabancısı değilsiniz. Birisi “cesaret” diğeri “bedel”. Peki gazeteciler neden bedel ödemek zorunda kalıyorlar, neden cesur olmaları gerekiyor? Şimdi bana, sen nerede yaşıyorsun, haber yapmak kolay mı Türkiye’de, biraz cesaretin yoksa haber yapabilir misin; “sen benim başıma bela mısın” diyen sağcı ama kimi zaman sol donunda patron engelini aşabilir misin; sansürü görmezden gelebilir misin; hakaret etti diye bir yeni icat var, kaç kişi hâkim önünde duymadın mı; sana iş verecek bağımsız medya kalmadı, kalanların da başı dertte değil mi; internet siteleri bile boğazlarını sıkacak yeni yasayı bekleyenler Edvard Munch’un Çığlık tablosundaki çaresize benzemiyorlar mı; pek çok gazeteci artık sınır ötesinden yayın yapıyor da oralara bile rejimin tetikçileri uzanmadı mı; sokaklar işsiz gazeteci dolu, sen bunu bilmez misin, diyorsunuzdur ihtimal. Haklısınız.

MESLEĞI SAVUNMA SAVAŞINDAYIZ

Gazetecilik tarihimiz ne yazık ki, değerli Ümit Alan’ın yazdığı gibi gazeteciliğin değil “gazetecilik yapmak için mücadele etmenin tarihi”dir. Bu mücadele de “haberin değil mesleğin varoluş mücadelesi olarak yaşanmıştır” (Türkiye’de Gazetecilik Masalı. Can yayınları, sf.11) Takvim-i Vekayi yani Türkiye’nin ilk gazetesi daha baştan devlet eliyle kurulmuşsa, medyanın kendine “ana akım” adını takmış amiral gemileri, filoları, su alan takaları, dalgalı sularda sık sık kaptan, tayfa, miço değiştiren balıkçı teknelerinin bir gözü neden hep devlette olmasın ki. Medyamızın yandaşlığının kökeni buradadır. Gazete patronları her zaman ve hemen hemen istisnasız devletle iç içe yaşamanın, bürokrata kul olmanın, devletin sularında, politikanın dehlizlerinde varolmanın birinci ve değişmez kural olduğuna hep bildiler. Gazeteciliğin tarihinde gerçek bir gazetecilik hevesi, çabası hep bu verili koşulların içinde, hep ona karşı durmayı deneyen gazetecilerle yaşadı. Gazetecilik yapmak isteyen, bu mesleğin kurallarını hakkınca yerine getirmek isteyenler de daha baştan bu iş için cesaret gerektiğini, bedel ödemeden gazetecilik yapılamadığını, yapılamayacağını çabuk öğrendiler.

Tarihimiz böyledir. Günümüzde ise yeni bir aşamasındayız mesleğimizin. Ana akımın maskesini çıkardığı, sosyal medyanın kaotik dünyasında bir boşluk, bir alan yaratmaya çabalayan gazetecilere nefes aldırmamaya kararlı zorbalığın pervasız bir şekilde ali kıran baş kesen olduğu, yandaşlığın esas, bağımsızlığın suç sayıldığı bir aşamadan söz ediyoruz. “Matbuat kanun dairesinde serbesttir” aşamasından, “kanun dairesinde de serbest değildir, ne yazılıp ne yazılmayacağına biz karar veririz” aşamasına geçilmiştir. Artık “onlar gazeteci değil terörist, şunlar akredite bunlar değil” düzeninde gazetecilik yapılıyor. Soru sorulmayacak, yanıt istenmeyecek, kendine demokrat diyen politikacı bile söylediğini yineleyen muhabire “bana ali cengiz oyunu yapma” diye çıkışabilecek, kelime oyunlarıyla yaptığı politikanın alkışlanmasını bekleyebilecektir.

POST TRUTH ÇAğıNDA GAZETECILIK

Böyle zamanlarda cesaret gerekli, bedel ödemek kaçınılmazdır. Gazetecilik gerçekleri ortaya çıkarmak, haber yapmak, yazmak, yorumlamaksa saldırıların kaynaklarını iktidarlarla sınırlamak yerine inceli kalınlı baskıların tüm merkezlerini keşfetmenin özel bir önemi olmalı. Kim çıkarını korumanın derdinde, kim gerçeğin, hakikatin ulu orta söylenmesinden dile getirilmesinden zarar görüyorsa, onlar kadar insanın varlığını, gelişmesini, hakkını hukukunu savunan evrensel gerçeklere karşı felsefede, sosyolojide yalanın dolanın teorisini yapanlar da gazeteciliğin düşmanları değiller mi?

Gazeteci hâlâ gerçeğin peşindeyse, demek ki farkında değil değişimin der onlar; gerçek öldü artık post gerçek, post truth zamanlarındayız, hakikat kayıplara karıştı algının imparatorluğu başladı, sanat öldü, artık fırçanın tuvalin rengin estetiğiyle vakit yitirmeyeceğiz, enstalasyonla post gerçeği yani gerçek olmayanı gözünüze sokacak, size derin, fiyakalı laflar etme fırsatı verecek, ölümü boyalı tabutlar önünde defile yapanlarla anlatacak, bunun ölümü kutsamak anlamına gelebileceğini aklımızdan bile geçirmeyeceğiz. Sanatın sanatçının tutarlılık gibi bir erdemle ancak var olabileceğini çoktan unuttuk, bir zamanlar bir sanatçının lincini alkışlamış olabiliriz ama şimdi algıların havada uçuştuğu, gerçeğin çoktan silinip gittiği zamanlarda her gün yeni bir kimlik bize yeni alanlar yeni ufuklar açıyor. En büyük dostumuz böyle zamanlarda sevgili medyamızdır. Böyle düşünür yeni zamanların sanatçısı; gerçeğin hafızası olan gazetecinin kapısını aşındırır, ondan “unutma hakkı” talep eder; ona göre geçmiş geçmişte kalmalı, değişen algılarla örülen yeni gerçeğin “sanatçısına” gazetelerin kitap eklerinin, sosyal medyanın, internet sitelerinin kapısı sonuna kadar açılmalıdır.

Medya bu nedenle de tehdit altındadır; bu tehdit yaşadığımız baskıların, zorbalığın arkasındaki sisli puslu zemini oluşturur. Bu yeni durumda gazetecilikle reklamın arasındaki çizgi silinir, Faruk Bildirici dostumuz istediği kadar haber ile reklam arasındaki farkı anlatmaya, yandaşlığı artık su yüzüne çıkmış ana akımın foyasını dökmeye çabalasın, tüketim ve onun hınk deyicisi reklam çoktan sayfaları, internet sitelerini ele geçirmiştir. O nedenle gazeteci tehdidin büyüklüğünü görmek, kaba baskının zorbalığın arkasındaki kendini binbir kılık altında pazarlayan medyacıyı görmek zorundadır. Gazetecinin gazeteciliğin önünde başka tuzaklar da var. Bunlardan birisi de sermayenin gazeteciyi avlamak için sık sık kullandığı davet tuzağı, hediye pazarlamasıdır. Gerçek gazeteciliğin bir tür turnusol kağıdıdır. İyi bilinen bir tuzak olmasına karşın gazetecinin kendini korumasının zor olduğu bir alandır.

Ama günümüzde; baskının, tehdidin, zorbalığın arttığı bir zamanda bir başka tehlike, etkili bir başka tehdit de gazeteyi, gazeteciliği susturmak için piyasaya sürüldü. Doğrudan gazetecinin kişiliğini, mesleğin saygınlığını hedef aldığı için mücadele etmenin görece zor olduğu bir durumdan söz ediyorum. Şimdi modadır, kim fonlanıyor, kim yurtdışından kaynak peşindedir, bu türden sorularla medya susturulmaya çalışılıyor. Küreselliğin yalnızca sermayeye ait olduğu enternasyonalizmin modasının çoktan geçtiği algısına dayalı bu saldırı ile mücadele etmek gerçekten de zordur. Çünkü iç olsun dış olsun sponsorlar, destekçiler çoğunlukla belli bir çerçevenin içinden yayın yapmayı şart koşarlar. Bu olgu sizi dikkat etmeye ama milliyetçi şovenizmin tuzağına düşmek yerine çerçeveleri kabul etmeyen bir arayışa yöneltmelidir. Gazetecinin amacı gerçeği, gizleneni ortaya çıkarmaksa Pandora belgelerini ortaya çıkartan uluslararası ortak çalışma gibi başarıların ne kadar değerli olduğunu da unutmamak işin doğrusudur. Öyleyse gazeteci neyi yazıyor, nasıl yazıyor, bir kısıtlamayı kabul etmiş mi, etmemiş mi, gerçeğin peşinde mi yoksa belli bir anlayışa boyun eğerek mi çalışıyor ona bakmalı.

***

Başa dönelim, günümüzde her zaman olduğundan daha da zordur gazetecilik; ne yazık ki cesaret istiyor, bir bedel ödemeyi göze almak gerekiyor. Alican Uludağ’a Friedrich Naumann Vakfı ile Alman Yayıncılar Birliği tarafından verilen Raif Bedevi Cesur Gazeteciler Ödülü bu nedenle verildi. Alican ödülü, mesleğini yaparken bedel ödeyen gazetecilere bu nedenle adadı.

Bir kere daha kutluyorum sevgili Alican’ı…