Çok ödüllü, çok çileli bir yaşam
Gazeteci Işık Yurtçu

Gazeteci Işık Yurtçu’yu dün Ortaköy’den sonsuzluğa uğurladık. Işık Adanalıydı. Babası Çoban Yurtçu ünlü bir gazeteciydi. Çukurova Gazeteciler Cemiyeti’nin kurucu başkanıydı. Yani aileden gazeteciliği seçmişti.

Işık Yurtçu 1990’larda bir anda Türkiye’deki en ünlü gazeteci haline geldi. Özgür Gündem’in sorumlu yazıişleri müdürüydü. Bu “sorumlu müdür” ne anlama geldiğini en iyi gazeteciler bilir:

 

-Gazetede yayınlanan bütün haber, fotoğraf, yorum, makalelerle ilgili olarak mahkemeye gidip, hâkim karşına çıkacak insan!

Işık Yurtçu sadece 8 aylık görevinden ötürü 20 yıl hapis cezasıyla karşı karşıya kaldı. Mahkûmiyetlerin gerekçesi basitti. Örneğin PKK esir aldığı askerleri serbest bırakıyor, Özgür Gündem de bunu haber haline getiriyor:

 

“Esir askerlerin özgürlük sevinci!”

Bu başlık ve haber Türkiye’nin bağımsız yargısı tarafından şöyle yorumlanıyordu:

“PKK kötü bir örgüttür. Esir askerleri öldürmesi gerekir. Oysa bu haberde onları sağ olarak anneleriyle kucaklaşmış halde göstererek, bu örgütün iyilik yapan bir yapı gibi algılanması sağlanıyor.”

Bu gerekçeden sonra hüküm geliyordu:

 

“Yasa dışı örgüt propagandasını yapmaktan 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasına…”

Işık, bu cezalar yüzünden “kaçak” hale gelmişti. Kaçak olduğu için hakkında açılan yeni davalara da gidemiyordu. O yıllarda o kadar çok dava açılıyordu ki, avukatlar da duruşmalara yetişemiyorlardı. Işık Yurtçu pek çok davada savunma bile yapılmadan hüküm giydi.

Bir gün yakalandı, cezaevine konuldu. Ama bundan da fazla kimsenin haberi olmadı. Ta ki, Cumhuriyet Dergi’de Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü Türkiye Temsilcisi Nadire Mater imzalı bir makale çıkana kadar…

Ertesi gün Milliyet’in o tarihteki genel yayın yönetmeni Derya Sazak kendi köşesinde, Mater’in yazısından uzun alıntılar yaptı. Ardından da Milliyet gazetesinde Işık’la cezaevinde yapılmış “Işık Sönmesin” logolu röportajlar yayınlanmaya başladı.

 

Metin Göktepe ile oluşan gazeteci dayanışması Işık Yurtçu’nun etrafında halkalandı. Artık o Adapazarı cezaevinde “unutulmuş bir mahkum” olmaktan çıkıp, Türkiye ve dünya gündeminde yer alan ülkenin en ünlü gazetecisi haline gelmişti.     

Merkezi Paris’te olan Sınır Tanımayan Gazeteciler ona ödül verdi. Ardından ABD’den Gazetecileri Koruma Komitesi’nin “Basın Özgürlüğü Ödülü”nü aldı.

Işık Yurtçu’yu cezaevinden çıkartabilmek için herkes seferber olmuştu. Sağlığı iyi değildi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den “özel af” talep edenler bile vardı. Işık bu girişimlere karşı Adapazarı Cezaevinde kendisini düzenli ziyaret eden bir gazeteci arkadaşına şöyle demişti:

 

-Beni özel afla dışarı çıkartırsanız, cezaevinin kapısında kalp krizinden ölürüm. Sakın bunu yapmayın. Ben suç işlemedim, gazetecilik yaptım, af değil adalet istiyorum!

 

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin o dönemki başkanı Nail Güreli’nin girişimleriyle basın suçlarına ilişkin genel bir yasal düzenleme yapıldı. Kendisiyle aynı durumda olan 40’ı aşkın gazeteciyle birlikte Işık Yurtçu da 1997’de tahliye oldu.    

Bol cezalı, çok hapishaneli ve çok ödüllü bu hızlı tempolu yaşam onu yormuştu. Tahliye sonrasında yalnız kalmayı seçti. Ortaköy’deki evinde sakin bir emeklilikle yoluna devam etti. Hastalandığı, hastanede tedavi gördüğünü, onunla birlikte Adapazarı cezaevinden Tekirdağ Saray’a, oradan Paris’e koşturan arkadaşları bile öğrenemediler.

Işık Yurtçu iyi insandı, “iyi” sigara içerdi, kanser onu gırtlağından yakaladı. Hayatına bir biçimde girenler gibi, birlikte çalıştığı bütün arkadaşları onu çok sevdi. Onun adı da “unutulmayacaklar” arasına girdi. Sadece mesleğini yaparak yaşadı, bu yüzden ilerde hep şöyle hatırlanacak:

 

-Gazeteci Işık Yurtçu!

 ***

Afyon kaymaklı lokumu

Afyon’da meydana gelen cephanelik patlaması ve 25 genç insanın ölmesi olayının üzerindeki sis perdesinde en küçük bir aralanma yok.

En yetkili ağızlar sade “kaza işte, oldu bir kere” deyip geçiştiriyorlar.

Afyon’da ölenler için “vatanı savunurken” diyemeyeceklerini biliyorlar. Bu yüzden makas değiştirip, bilgi isteyenleri suçluyorlar:

 

-Ekranlara çıkıp ihanet ediyorlar!

Fransa’da dört yıl önce turistik gösteri yapan jandarma birliği plastik mermi yerine yanlışlıkla hakiki mermi kullanınca izleyicilerden üç kişi yaralandı.

Genelkurmay Başkanı görevden alındı. Emeklilik yaşı gelmediği için Paris’te Askeri Müze Müdürlüğüne atandı.

Türkiye’de ise hiç kimse “ben sorumluyum” demiyor. Onun yerine sağa sola sövgüler yağdırıyor.

12 Eylül’den önce Çorum’da olaylar çıkmıştı. Gazeteciler Başbakan Süleyman Demirel’e bu konuyu sormak istiyorlardı. Demirel birden “Çorum için bir şey söyleyeyim mi?” dedi. Gazeteciler bir ağıdan “evet” diye bağırınca üstat konuştu:

 

-Leblebisi iyidir!

Şimdi iş oraya doğru geliyor. Pişkinlik yarışında olanlar, “Afyon dediniz de aklıma geldi” diyecekler:

 

-Afyon kaymaklı lokumu alır mısınız?

***

Ya… Ya… Ya…?

Türk siyasi hayatının ana ekseni “tehdit” üzerine oturduğundan politik figürler gidiyor, ana eksen baki kalıyor.

1950 ve 60’larda Kıbrıs Sorunu için temel slogan şuydu:

 

-Ya taksim, ya ölüm!

Kıbrıs Adasının ikiye bölünmesi böyle savunuluyordu.

1970’lerde devletin yayında yer alan “vatansever gençler” karşıtlarıyla fikir mücadelesi yapıyorlardı:

 

-Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız!

1990’lara gelindiğinde Türkiye ilk kadın başbakanına kavuşmuştu. Bitirici bir liderdi:

 

-Ya bitecek, ya bitecek!

Bunu PKK için söylüyordu. Kendi partisi DYP’yi bitirdi!

Şimdi “tehdit” sırası AKP’ye geldi. Başbakan BDP’yi “bitirmek” için kolları sıvadı:

-Ya Meclis, ya Kandil!