Gazeteciliğin Peker’le imtihanı
Peker’in yeri yerinden oynatacak iddiaları, siyasetin iktidar cenahında ve ona ilişmiş yargıda yaprak kıpırdatmıyor ama medyada döktüğü yapraklar oldu. Onun vesile olduğu Habertürk’teki programda yapılan gazetecilik tartışıldı.
Adı “Açık ve Net” olan program sırasında ekranın altında “İçişleri Bakanı Soylu gazetecilerin sorularını cevaplıyor” gibi de bir cümle vardı. Oysa ne açıklık ne netlik ne de cevaplanan sorular vardı!
Medyanın o program sonrası dökülen yapraklarından Veyis Ateş’in gece yarısına kadar süren programda kullandığı 1 dakika 14 saniyelik soru sorma süresi içindeki en sıkı sorusu “Kendinizi yalnız hissediyor musunuz?” olmuştu!
Dört gazetecinin bir bakana “sorular sorduğu” programı nasıl tanımlamak gerek? Zaman zaman “röportaj” dense de röportaj değil. Yabancıların Q & A dedikleri, “soru-cevap” formatına ya da bizde eskiden “mülakat” şimdilerde “söyleşi” denilen türe yakın da, içeriğine bakınca “nutuk” ya da “söylev” demek daha doğru. Çünkü, sorular sorulması ve sorulara cevap vermesi beklenen bakanın monoloğu, söylevi hâkimdi içeriğe.
Bu artık eskimiş mevzuya dönecek değildim ama gazeteciliğin Peker’le imtihanının ortaya çıkardığı dört farklı tipolojiyi not etmek istedim. Kuşkusuz, buna ekleyeceğiniz tipolojiler olabilir. Faruk Bildirici’nin kendi sitesi farukbildirici.com’a dün koyduğu “Sedat Peker vakasında gazetecilik bilançosu”, o tipolojiler içerisinde hâlâ gazetecilik yapanları, bağımsızlıktan ve eleştirel akıldan beslenenleri, halkın bilgi edinme hakkını kullanabilmesi için çabalayanları da içeriyor.
Benim dikkatimi diğer taraftaki dört farklı tipoloji çekti!
İlk dökülen yaprak diyebileceğimiz Hadi Özışık, uzun suskunluktan sonra net bir taraf belirleyerek Soylu’dan özür diledi ve yaptığını “mesleğe yakışmayan bir işgüzarlık” olarak tanımladı. Kendine, kendince en ödeyebileceği türden bir fatura kesti!
Veyis Ateş, önce biraz konuşur gibi, konuşacakmış gibi yaptı; sonra yapacağım dediği açıklamayı yapmadan, izin falan denilerek sırra kadem bastı. Aynı kanaldan Fatih Altaylı ısrarla “açıklama gerekir” dese de Ateş’ten ses yok.
Bir de Cem Küçük var. Önce “Elinden geleni ardına koyma. Senin gibilerle sonuna kadar mücadele etmek benim ruhumda var. Bu işler bittiğinde kim nerde olacak göreceğiz” diye posta koyup, sonra yazdığı tiviti silen…
Ve Abdülkadir Selvi… Peker diye biri yokmuş ve onun adını hiç anmıyormuş gibi davranıyor. Taktiği harika!
O duymazdan geliyor ve bir muhafetolog olarak muhalefete akıllar vererek yüksek siyasette takılıyor: “Muhalefet erken seçimi bir daha düşünmeli” (anketler muhalefete şans tanımıyormuş!), “Muhalefet cephesinde hesaplar karıştı”, “Cumhurbaşkanlığı seçimindeki belirsizlikler’… Cumhur İttifakı’nda her şey belirli tabii de, belirsizlik Millet İttifakı’nda!
Madem başlıkta imtihandan söz ettik, bir dersle bitirelim:
1970’li yılların başlarında, televizyonda siyasilerle söyleşilerin yaygınlaştığı dönemde, Fransız Basın ve Enformasyon Enstitüsü’nde hocalık yapan Express Dergisi Editörü Georges Suffert, habercilik tekniklerini anlatırken, siyasetçi ya da bürokrat yanıtı sündürüp, eğip bükmesin diye çok kısa, net yanıt gerektirecek sorular sorulmalı der. Yanıtları önceden hazırlanan soruların gazetecilikten sayılmayacağını anlatır. Sonra, bir seçim kampanyası sırasında öğrencilere anlattığının örneğini bizzat verir. Kendisinin de desteklediği Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing’e “Paris’te ekmeğin fiyatı nedir, biliyor musunuz?” diye soruverir.
Adeta apışıp kalan Giscard çok puan kaybeder, ama gazetecilik kazanır!