Yapay zekânın hızlı gelişimi ile birlikte postmodernizme yeni bir alan açıldığını düşünenler artıyor. Haksız da sayılmazlar; şimdilik piyasaya sürülmüş Sofia türü dış görünüşü insana benzetilmiş yapay zekâ örnekleri depolanmış verileri rastgele ilintiler kurarak “anlamlı” laflar edebiliyor. Gerçekten insan olan ama tıpkı Sofia gibi “anlamlı” laflar edebilenler sanki az mı? Yapay zekânın geleceği konusunda iyimser olmak kapitalizmin egemenliğinin sürdüğü koşullarda pek mümkün değildir. Yapay zekâ, parça bütün ilişkisini suni bir şekilde koparabilecek bütünün bilgisini içeren parçalarla bütünü yeniden oluşturabilmenin önünde önemli bir engel olma yolunda ilerliyor. Ama kuşkusuz böyle devam edemeyecek, bilimin doğal rotası kendi yolunu bulacaktır. 

Postmodernistler “büyük anlatılara” asıl olarak da Marksizme düşmandırlar. Çünkü onların parçalanmış dünyasında bir bütünlük gösteren sistemler, teoriler, paradigmalar temel tezlerini daha baştan çürütür.

Doğru ya da yanlış boşluk bırakmayan sistemleri, kendilerine hayat hakkı tanımayan paradigmaları bu nedenle yok saymayı, onlarla tartışmamayı tercih ederler. Biliyorlar ki ne postmodernizmin ne de onun türevi, mütemmim cüzü post-truth’un sahip çıkılacak bir yanı var. Örneğin postmodernizmin sıkı savunucularından Jean Baudrillard “Hayır hayır der, ben postmodernist değilim, yapıştırmayın bu sıfatı bana.” Büyük anlatılara düşman Lyotard da öyle, üstü kapalı kabul eder postmodernistliği. Türkiye’de bu akımı pek güzel tanımlayanlardan Ali Akay, Yalın Alpay’la söyleşisinde bu durumu şöyle anlatır: “Durumun kendisi postmodernse eğer, bunun içinde olmakta olanlar da postmodernitenin bir parçası haline gelmekteler” (Yalın Alpay, Yapı(t)söküm, s. 289, Destek Yayınları). Bu nedenle de gerçeği ortadan silmek isteyen akım hakkında konuşanlar yalnızca durumu anlatmakla yetinirler. Aslında buradaki sinsi sahiplenmenin, “ne yapalım, modernizm öldü ve artık çağı belirleyen postmodernizmdir, bu bir olgu” demelerinin temel nedeni kültürde, edebiyatta, ekonomide ve kuşkusuz politikada büyük bir rahatlık sağlaması, “konuş konuşabildiğin kadar, kim tutar seni” diyen “serbestiyetin” dizginsiz kalemlere sağladığı aldatıcı özgürlüktür. 

Postmodernizmin anavatanı Fransa’dır. Ama Fransa aynı zamanda 1789’un, Paris Komünü’nün de anavatanıdır. Bu bereketli topraklarda devrimci eylemin eğrisiyle doğrusuyla, zaferiyle yenilgisiyle vücut bulması, dünyanın öteki taraflarındaki gelişmeleri yalnızca bir sömürgeci bakışıyla ele alabilen Batılı için yapmakla yıkmak arasındaki ilişkinin kutsallığı içinde böbürlenmekle sınırlıdır. Bu böbürlenmeden postmodern filozoflar da kendilerini kurtaramadılar. Bu duruma itiraz eden düşünürlerin son yüzyılda ağır saldırı altında kalması şaşırtıcı sayılmamalı; tüm bu gelişmeler toprağın altında ya da üstünde ama hep kazan “inatçı köstebeğin”, özetle sınıf mücadelesinin tezahürü olarak görülmelidir. Bizim gibi ülkelerde ise tartışma esas olarak çeviriye dayalı kültür, siyaset alanında savrukluk, cehaletin yaygınlığına güvenen içi boş entelektüel faaliyetle kendini gösterdi. Bu çeviri dünyası, aktarırken öğrendi, öğrenirken de pervasızlaşmakta sakınca görmedi. Ama zaten postmodernizmin temel özelliklerinden birisi de kurulan ve sık sık değişen paradigmaların içinde kıvrak bir maharetle yol bulmak değil midir? 

Politikada ufuklarının sonsuza kadar açıldığına inanan ama politikanın ihanetine uğrayınca kısa bir süre sarsıntı geçiren, postmodernizme hep sevinçle yaklaşmış olan entelektüellerimiz şu sıralarda yeni bir saldırı için güç topladıklarını düşünüyor olmalıdırlar ki, “hakikati askıya alma” ya da “hakikatin önemsizleştirilmesi” diye tanımlanan post-truth’u açıklama konusunda atak bir tutum içine girdiler. Bütün bu zorlama tanımlar çevirilerle anlatılan, gerçekte gerçeğin ve hakikatin yok edilmesi onu yerine algının geçirilmesi niyeti ve çabasıdır; çok karmaşık bir durum da değildir. Aydınlanmanın, modernizmin arkasında nasıl aristokrasiyle, monarşiyle mücadele eden burjuvazinin yükselmesi var idiyse, postmodernizmin arkasında da pili tükenmiş kapitalizmin ayakta kalmak için kendini yenileme, varlığına teorik bir zemin yaratma çabası var. 

KÖTÜLÜĞÜN ŞEFFAFLIĞI 

Aydınlanmanın daha sonra burjuvazinin gelişim çizgisine sömürüye dayanan yapısıyla çelişen çatışan yönleri ağır bastı, bir anlamda ona egemen oldu. Karmaşık bir durumdur; dayanışmaya sahip çıkan, demokratikleşme kazanımlarını savunan sosyalizme uzanan, aydınlanma mantığı ile çelişmeyen gelişmeler ya da çabalar karşılarında modernizmin çocuklarından biri olan postmodernizmi buldular. Babasına düşman hayırsız evlat ile yıpranmış ve yaşlanmış babanın kavgasını seyrediyor gibiyiz. 

Bir türlü büyüyemeyen hayırsız evladın oluşmamış, oluşamayacak karakteri giderek nihilist bir itiraza dönüştü. O artık, “evrensel değerleri, büyük tarihsel anlatıları, insanlığın varoluşu için bulunabilecek sağlam dayanak noktalarını ve nesnel bilginin olanaksızlığını reddeden” evden kaçmış çocuktur. “Hakikate, bütünlüğe ve ilerlemeye şüphe ile yaklaşır; kültür seçkinciliği olarak gördüğü her şeye karşı çıkar; kültürel göreceliğe yakın durur ve çoğulculuğu, devamsızlığı ve heterojenliği savunur.” (Terry Eagleton, Kuramdan Sonra, çev. Uygar Abacı, s.13, Literatür Yayınları) Onlardan biri belki de en pervasızı Jean Baudrillard’dır ve desteksiz hükümlerle dolu “Kötülüğün Şeffaflığı’nda adeta şeffaf bir kötülüğü savunur. Kanıt arama, mantık yürütme zahmetine girmeyin, sadece söylenir o: “Proletarya proletarya olarak kendini yadsımayı başaramadı; Marx’tan bu yana bir buçuk yüzyıllık tarihin gerçekliği budur. Proletarya sınıf olarak kendini yadsımayı ve böylelikle sınıflı toplumu yıkmayı başaramadı. Bu başarısızlığın nedeni belki de iddia edildiği gibi proletaryanın bir sınıf olmamasıdır; sadece burjuvazi hakiki bir sınıftı ve dolayısıyla yalnızca burjuvazi kendini yadsıyabiliyordu. Gerçekten de bunu yaptı: Burjuvazi ve burjuvazi ile birlikte sermaye, sınıfsız bir toplum doğurdu; ama bunun proletaryanın kendini yansımasıyla ve bir devrim sonucunda ortaya çıkacak sınıfsız bir toplumla hiçbir ilişkisi yoktu. Proletarya ise yalnızca yok oldu. Sınıf çatışmasıyla aynı anda ortadan kayboldu” (s. 16-17, çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları). Bu kadar çok deli saçması ancak postmodernizmin insana hiçbir sağlam hareket noktası bırakmamayı ilke edinen, nesnelliğin inkârına dayalı dünyasında olabilir.  

Son zamanlarda kendini gösteren postmodern dizge her şeyi iletişim alanındaki gelişmelerle açıklamakla yetinen sıralamadır. Değerli yazar postmodernizm konusunda uzman Yalın Alpay’ın internet video yayınlarında sık sık anlattığı kurgusu özetle ve mealen şöyledir: Bulunduğumuz postmodern evreye sırasıyla kitap, gazete, radyo, televizyon, internet ve sosyal medya dizgesinin tarihinin içinden geçerek ve onların belirlediği bir şekilde geldik. Şimdi artık başlangıçta kitapla, kitap okuma ve yazma eyleminin kırdan kente göçle genişlemesiyle kendini gösteren, aklı bir çıta olarak temel alan aydınlanma sona erdi. Onun yerini algıyı esas alan ve radyo TV internet sosyal medya tarafından belirlenen postmodernizm ve post-truth aldı.  

Ne diyelim? Ekonomik yapıyı, sınıfları, belli toplamsal ve politik güçle egemen olan iktidarları, siyasal partileri, kitlelerin hareketini, kadınların gençlerin sağlam temellere dayanan eylemlerini bir yana bırakalım, yalnızca bütün tarihsel gelişmenin bilimin izniyle gelişen ve daha çok tüketime endeksli teknolojinin, sermayeye ve devletlere tabi araçlarını mı esas alalım? Mücadeleyi görmezden gelelim, baştan yenik mi sayalım? Etnik, ulusal, toplumsal hareketlerin siyasetin zemininde varlığını hep göstermiş olan sınıf hareketini bir yana bırakıp tüm olup biteni sosyal medyanın baş edilmez egemenliği ile mi açıklayalım? 

Postmodern filozofların amacı nesnel gerçeğin araştırılmasının anlamsızlığını savunmak, insanları buna inandırmaktır. Mikroda ve makroda sonsuza kadar uzanan meraklı, kuşkucu bilimin devrimci materyalizmden kopartılarak, rotayı değiştirdiğine inanılan “belirsizlik” teorileriyle metafiziğe boyun eğmesinin sağlanmasıdır. Oysa kuantum, belirsizlik ilkesine takılıp kalmadı, rotayı değiştirmedi, o ilkeden metafizik değil, devrimci sonuçlar çıkarmayı başardı ve devam etti, ediyor. Öte yandan postmodernizm ve onun güncel saldırısı post-truth özellikle ve her zaman olduğu gibi aydınları kültür insanlarını entelektüel camiayı ikna edeceğine güveniyor. Algıya boyun eğen, adlı adınca söylemek yerine “hakikatin önemsizleştirilmesi” gibi gerçeklerin üstünün örtülmesine, yalanın dolaylı savunulmasına hizmet eden yaklaşımlar ne yazık ki entel dünyada karşılık buluyor. Yazarların üzerinde fazla düşünmeden kullandığı kavramlarla yazıya sızıyor; yalanın doğrudan savunuculuğuna soyunanların sayısı da artıyor; gazete ve dergilerin sayfaları internet siteleri yalancılarla, post-truthcularla dolup taşıyor. 

*** 

Aydınlanmayı eleştirmeden savunmanın yanlışlığının ve imkânsızlığının görülmemesi bu güruha yanıt vermeyi zorlaştırıyor. Çok çocuklu modernizm bir yandan bireyin “özgürleşmesi” için olanaklar yaratırken, öte yandan yeni kölelik biçimlerini besler. Onun eleştirisi de bu temel üzerinde şekillenir. Modernizmin kendini yenilemesi bilinen gerçeğin, çalışan insanın dolaylı olarak tüm insanların sömürülme “özgürlüğünden” kurtarılması, bu bilincin yaygınlaşması ile mümkün olabilir. Şimdi aşılması gereken engel, gerçekliğin tanınması, bir kavram olarak hakikatin izinin sürülmesi, eşitlik-özgürlük-adalet kavramlarının gerçek içeriğine kavuşturulması, yani sömürünün reddedilmesi, ortadan kaldırılması ile mümkün olacaktır. 

Postmodernizmin gizli yandaşları, kapitalizmin gönülsüz savunucuları, hizmetkâr Sofia muhipleri ne kadar küçümsüyor olurlarsa olsunlar, aydınlanmayı doğru bir rotada aşacak, ilerletecek olan, sosyalizmin teorik pratik birikimi, mücadelesi, bir bütün olarak kendisidir.