Berlin’de kadınlar üzerindeki baskıları konu alan İran filmi “En Sevdiğim Pasta”, İtalya’dan “Gloria!”, Alman-Fransız ortak yapımı “Arkitekton” ve Afrika’dan sömürgecilik eleştirisi iki belgesel öne çıkıyor.

Gerçekler devrimcidir
En Sevdiğim Pasta

74. Berlin Film Festivali’nin en iyi yıllarından biri değildi. Farklı türlerden yapımlara yer verme kaygısından olsa gerek vasat olarak nitelendirebileceğim filmler de yer alıyordu programda. Gene de, Dominik Cumhuriyeti’nden Nepal’e geniş bir coğrafyadan film seçme çabasını olumlu karşıladığımı belirtmeliyim. Panorama bölümünde gösterilen Aslı Özge’nin “Faruk” adlı filmi Yarışma seçkisinde rahatlıkla yer alabilirdi diyor arkadaşlarım. Filmi İzlemeyi İstanbul’a bıraktığım için başka bir yorumda bulunamayacağım. Berlin seçkisi her zaman olduğu gibi politika ve insan ilişkileri üzerinde yoğunlaşmıştı. Kadın özgürlüğü temasını işleyen iki filmin bu yılın ödül listesinde yer alacağından kuşkum yok. Bu filmlerden ilki, Mollalar rejimi tarafından İran’dan çıkmaları yasaklanan genç yönetmenler Maryam Moghaddam ve Bektaş Sanaeeha’nın “En Sevdiğim Pasta” (Keyke Mahbube Man). Filmin ‘Altın Ayı’nın en güçlü adayı olduğunu düşünüyorum. Sadece politik nedenlerden ötürü değil, anlatımlarındaki sadelik ve insancıl bakışla bu ödülü hak ediyor yönetmenler. Ana jürinin kararları bu satırları yazarken henüz belli olmamıştı, ama bir gün önce açıklanan Uluslararası Eleştirmenler (FIPRESCI) ödülü bu filmin oldu tahmin ettiğim üzere. 

İki yalnız insanın buluşmasını anlatan “En Sevdiğim Pasta”yı, Kaurismaki’nin “Sararmış Yapraklar” filminin duygudaşı olarak nitelendirebilirim. Tabi ki, Finlilere özgü mesafeli, soğuk ilişkilerin yerini doğu insanının sıcaklığı alıyor bu filmde. Başrolleri paylaşan Lily Farhadpour ve Esmail Mehrabi’nin inandırıcı oyunculukları filme çok şey katıyor. Oyuncu dalındaki ödülün en güçlü adayları arasında kanımca iki oyuncu… Büyük kentte yaşayan kadınların ‘hicap’ denen başörtülerini evin içinde bile çıkarmadıklarına tanık olmuşuzdur İran yapımlarında. Oysa, bu filmde kadınların gündelik yaşamlarında ‘hicap’ (tesettür) olmadan yaşadıklarını, yalnız yaşayan bir kadının -gizli saklı da olsa- evine erkek alabildiğini, evde imal edilmiş şaraptan içtiklerini görüyoruz. Oyuncular, filmde gerçekleri yansıtmak istediklerini vurgularken, Kiarostami’nin bir söyleşide neden hep köyü anlatıyorsunuz sorusunu “yalan söylemek istemediğim için” diye yanıtladığını; köy gerçeğinde ‘hicap’ın gündelik yaşamın bir parçası olduğunu, oysa kentlerde durumun farklı olduğunu belirtiyorlar.

“En Sevdiğim Pasta”da başını örtmek istemeyen genç kadınları tutuklayan ‘ahlak polisleri’ni de görüyoruz. İran-Fransız-İsveç-Alman ortak yapımı olan film, militan bir bakış açısı yerine bireyi ön plana alan bir yaklaşımı yeğliyor, ama bu bile rejim tarafından kabul edilemez bulunuyor. Festivalde İran kadınlarının mücadelesini anlatan sert bir belgesel de izledik. Almanya’da yaşayan İranlı yönetmen Farahnaz Şarifi, “Çalınan Gezegenim” (Sayyareye Dozdide Man) adlı filminde İran’da kendisinin ya da arkadaşlarının çektiği 8 mm. görüntülerden yararlanarak İranlı kadınların özgürlük mücadelesini beyaz perdeye taşıyor.       

Yüzyıllar öncesinden 

Berlin’de festival sarayında dakikalarca ayakta alkışlanan İtalyan yönetmen Margherita Vicario’nun “Gloria!”sı. 19. yüzyılın başlarında yoksul ve yetim genç kızların eğitildiği bir manastırda müzik tutkusu ile hayata tutunan bir grup genç kadının öyküsünü anlatıyor. Kilisenin tutucu yaklaşımı ve erkek egemen bakışının cenderesinden kurtulup, özgür seslerini aramaya kalkışan genç kadınları canlandıran oyuncuların yönetmenle el ele verip kotardıkları bu büyülü dünyadan etkilenmemek mümkün değil. Filmin sonunda salonda zıplayıp, şarkılara eşlik eden seyircilerin coşkusu sinemanın gücünü gösteriyordu. “Gloria!” Altın Ayı’yı alamasa da ödülsüz dönmeyecektir Berlin’den. Aynı zamanda bir şarkıcı olan Margherita Vicario En İyi yönetmen, Anita Rivaroli ile birlikte En İyi Senaryo ya da tüm ‘cast’a  (kadınlar orkestrasına) verilecek bir Jüri Özel Ödülü ile ayrılabilir Berlin’den. Yardımcı oyuncu dalında Paolo Conti’nin de Jürinin gözünden kaçmaması gerekir.  

Gloria!

Tıpkı “Gloria!” gibi tarihsel gerçeklere dayanan bir öykü içeren Alman-Avusturya ortak yapımı “Şeytanın Banyosu” (Der Teufels Bad), kadının değersiz bir mal olarak görüldüğü, erkeğine boyun eğmeyen ve intiharı seçen kadınlara ‘cadı’ muamelesi yapıldığı bir Orta Avrupa köyünde, 18. yüzyılda geçiyor. İki saat boyunca kadının yaşadığı ızdırabı paylaştığımız, iki kadının, Veronika Franz ve Severin Fiala’nın yönettiği filmde Anja Plaschg’ın oyunculuğu dikkate değer. Alman sineması her zaman olduğu gibi birden fazla yapımla temsil ediliyor festivalde. Mathias Glasner’in “Ölmek” (Sterben) adlı üç saatlik yapımı, bir ailenin fertlerinin bir ölüm sonrası bir araya gelmelerinin öyküsü. Alman sinemasının ustalarından Andreas Dresen, “Hilde’den Sevgilerle” adlı yeni filminde Nazilere karşı direnişe katılan bir grup gencin trajik öyküsünü gerçekçi dokunuşlarla anlatıyor. Başrolde Liv Lisa Fries’in oyunculuğu övgüye değer (bu yıl Jüride oyunculuk dalındaki ödüle ilişkin çokça tartışma yaşanacağını tahmin etmek zor değil). 

Belgeselin gücü 

Günümüz sinemasında belgeselle kurmaca arasındaki sınırların aşıldığını gösteren başarılı belgeseller izledik festivalde. Aralarında en beğendiğim “Arkitekton” oldu. Rus asıllı yönetmen Victor Kossakovsky’nin imzasını taşıyan Alman-Fransız ortak yapımı bu etkileyici film, tarih sayfalarından günümüze, Ukrayna’dan Lübnan’a ve Türkiye’ye uzanan bir coğrafyada, savaşlar ve doğal felaketlerin yol açtığı yıkımları aynı ülkelerin zamana direnen anıtsal yapıları ile karşılaştırarak, bu yapıların mimarı olan insanoğlunun günümüzde betona teslim olmasını felaketlerin nedeni olarak gösteriyor. Filmin odağında insanoğlunun zenginleşme hırsına karşı çıkan bir mimar var. Etkileyici bir müzik ve ses tasarımı belgeselin gücüne güç katıyor.   

Berlin 2024’ün ödül listesinde yer alması muhtemel iki belgeselden daha söz etmeliyim. Senegal asıllı Fransız kadın yönetmen Mati Diop’un “Dahomey”i, 18. yüzyılda Fransızlar tarafından kaçırılan Dahomey Krallığı (şimdiki adıyla Benin) hazinelerinden bir bölümün ülkelerine geri dönüşünü -kral heykelinin ağzından- anlatıyor. Dominik Cumhuriyeti’nden Nelson Carlos De Los Santos’un “Pepe” adlı belgeselinin kahramanı ise uyuşturucu kaçakçısı Pablo Escobar’ın Afrika’dan Kolombiya’daki çiftliğine getirttiği bir hipopotam. Pepe, çiftlikten kaçışını ve tehlikeli görüldüğü için askerler tarafından öldürülmesini anlatıyor. Doğaya karşı işlenen suçlardan biri de vahşi hayvanlara yönelik kıyım değil mi?  

Kadınların yılı 

Berlin’in en iyileri arasında kadın yönetmenlerin öne çıkması, sinema dünyasında son yıllara kadar arka planda kalan, daha doğrusu bırakılan kadınların yazgısının değiştiğinin kanıtı. Önce Cannes’da, şimdi de César’larda “Bir Düşüşün Anatomisi” ile En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazanan Fransız yönetmen Justine Triet’nin, feminist bir “Barbie” ile seyirci rekorları kıran Greta Gerwig’in, Tunuslu kadın yönetmen Kouther Ben Hania’nın başarıları en yeni örnekler… Ve yıla damgasını vuran kadın oyuncular: “Bir Düşüşün Anatomisi” ve “İlgi Alanı” filmleriyle Sandra Hüller, “Zavallılar”daki rolüyle bu yılın Oscar’ını kazanacağına kesin gözüyle bakılan Emma Stone ve “Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne”si ile Merve Dizdar…   

Kenyalı kadın yönetmen Lupita Nyong’o başkanlığındaki Berlin Jürisinin kararları bu sürecin yeni bir evresini oluşturması olası. Umarım, Maryam Moghaddam’ın, Margherita Vicario’nun, Mati Diop’un adlarını ödül listesinde görürüz (ödüller cumartesi akşamı açıklanacağı için, siz bu satırları okurken sonuçları biliyor olacaksınız). Oyunculuk dalında tek bir ödül veriyor Berlin. Bu daldaki ödülün de, “En Sevdiğim Pasta” ya da “Gloria!”nın oyuncularına gitmesi sürpriz olmaz. Kadınlardan söz açmışken Berlin’de ana ayrışmaya seçilen iki filmin daha kadın yönetmenlerin imzasını taşıdığını eklemeliyim: Fransız yönetmen Claire Burger’in “Yabancı Dil”i ve Tunuslu Meryem Joobeur’ün “Ben Kime Aitim?”.   

George Orwell “Yalanın egemen olduğu bir zamanda gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir” diyordu. Berlin’de izlediklerim arasında gerçekleri anlatmak için kolları sıvayan filmlerin öne çıkması rastlantı olmasa gerek. Sinema dünyası peri masallarından giderek uzaklaşıyor. Son bir yıl içinde ortaya koyduğu en önemli filmlerin gerçek öykülere dayanması bu değişimin göstergesi. İşte, bu yılın Oscar’ını kazanacağına kesin gözüyle bakılan “Oppenheimer”, yılın bir diğer başyapıtı “Dolunay Katilleri”, daha dün akşam César töreninde (Fransız Akademi ödülleri) En İyi Belgesel seçilen Kouther Ben Hania’nın “Dört Kızkardeş”i…   

Peki, sinemamız ne yapıyor? Gerçeklerle ilişkisi şarkıcı filmlerinin ötesine geçemeyecek mi? Elbette cesur yönetmenlerimiz de var toplumumuzun sorunlarını dert edinen, ama sayıları o kadar az ki… Yabancı maden şirketleri ve yerli ortaklarının ülkemizde maden aramak amacıyla gerçekleştirdikleri doğa kıyımını, hapiste rehin tutulan aydınlarımızı, inanç istismarına ve çıkar ilişkilerine dayalı siyaset ortamını, adalet kurumunun, akademinin ve medyanın içler acısı halini beyaz perdede izlemek için daha ne kadar bekleyeceğiz?