Geçip giden yüzyılın son çeyreğinde yaşadığımız, benim de o sıkıntılı zamanlarda yazdığım romanın satırları arasına gizlediğim hayal kırıklığı büyük oldu sevgili okur. Ama yıkılan, adı artık neyse büyük olan yıkıldığında insanın da yıkılması gerekmezdi. En azından birilerinin direnmesini hep bekledik. Kendimi yapayalnız, çaresiz hissettiğim zamanlarda okuduğum kitapların nasıl olup da bu yıkılışa direndiğini gördüğümde içimde bir umut ışığı yandı. Orada öylece duruyorlardı. O kitaplarda anlatılanlar, bir tür kehanet gibi geldi bana. İşte bir romanın sayfaları arasında yitip gitmesin diye yeniden kurduğum bu satırları yazarken, arada bir kapıldığım sevincin nedeni de o kitaplardır. 

Yalnızca o da değil, başka kitaplar, başka hayatlar, başka bakışlarla direnebildim ben bu yıkılışın ağrısına, sızısına, kimi zaman yoldan çıkartan anılarına. İşte şimdi bir kere daha yazıyorum; içtenliğime inan, o belli belirsiz “şeyleri” yakalamakta çok zorlandım. İzin verirsen ey okur, okuduğumda bende tuhaf duygular çağrıştıran bir kitaptan yararlanacağım; çünkü benim kitabın tümünden seçip çıkardığım satırlar ya da o kitaptan anladıklarım hemen hemen anlatmak istediklerime, anlatacaklarıma denk düşüyor. Belki yazara, yazıya haksızlık, çünkü çok dehşet verici sahneler var o Ortaçağ kitabında. Hiç sıkılmadan kafasına göre takılmış, kendi isteklerine göre olup biteni yorumlamış, kendi hikayesini büyük ihtimal tarihe yamamış olan o yazar, belki de o bambaşka şeyler söylemek istiyordu; kendi hikayemi kendi zavallı Ortaçağımı anlatırken o hikâyeden yararlanmadan edemedim. Farkındasın biraz haksızlık ediyorum yaşadığımız zamanlara, kendimize; olsun, bir zamanlar sık sık söylendiği gibi çubuğu tersine büküyorum.   

Enkazın tozu dumanı içinde 

Görece uzun süren bir denge döneminden sonra, hep birlikte bir hayhuyun içine girmiştik, hatırlarsın. Bütün dünya bir yandan uygarlığın son ürünlerinin tadına bakarken, öte yandan tarihin karanlıklarında kalmış olması gereken ya da öyle olması gerektiği sanılan duyguların, ihtirasların peşine takılmıştı. Milletler kaynaşıp yeni çağın toplumlarını kuruyorlar sanıyorduk; devletler parçalandı, sınırlar günübirlik değişir hale geldi. Değer yargıları insanın derisinin altındaki vahşi kurdu ele veren sırıtışlarla yerlere çalınıyor, kimileri bu yere çalınışın dürüstlük gereği olduğunu savunuyor, kimileri ise değişen dünyadan, değişen değerlerden, geçmişin yanlışlıklarından, aldatılmışlıktan, eskinin eskimiş olduğunu fark etmemenin aptallıkla eşdeğer olduğundan dem vuruyordu. Ama hepsinin de yüzünde, içtenlikten çok, gerçeği taklit etmek yerine natürmort bir resim gibi onun yerine geçmiş, kendini ele veren, avını düşmana kaptırmamak için hırlayan kurdun kanlı dişlerini ortaya çıkartan sinik sırıtış vardı. 

Michel Tournier’nin Gilles ile Jeanne’daki kötücül kahramanı Gilles gibi diz çöktü onlar da, yeniden ayağa kalktıklarında, bir zamanlar onları hiç değilse melekle şeytan arasındaki ince çizgide gizleyebilen izler kaybolmuş, “kendini kurtarmanın”, şu hep, her şeye geç kalınan dünyada, gecikmenin, bir an önce yapılması gerekenlerin çokluğunun verdiği telaşın, en çok da gözlere, kasılan çenelere yansıyan affedilmez günahların, hırsın izleri belirmişti. Onların yüzlerinde apaçık kötülük; mutlulukla, hazzın verdiği o derin çelişki, o derin, o yoğun sentez kendini tanımaya başladı. 

Yüreklerinde geçmişte tatmin edilememiş duygularla kalakalanlar, daha önce hep aşağıladıkları şu “pis” işlere ve en önemlisi politikaya bir daha, bu kez geçmişte küçümsedikleri, ihanet safları diye damgaladıkları saflarda başlamayı denediler. Dillerinin kemiği olmadığından, bu bir yandan kolay ama bir yandan da ortalıkta gezinen ayrıkotları yüzünden rahatsız ediciydi. Geçmiş onları sürekli rahatsız ediyordu. Geçmişten bir şekilde kurtulmanın yolu yok mudur? Bu soruyu hep sordular! Sorularına istedikleri gibi, ruhlarını hiç değilse kısa bir süre dinlendirecek yanıtları yalnızca kendileri gibi olanlardan alabiliyorlardı. Bu cevapsa çaresizlik içinde kıvranan ruhları istedikleri gibi tatmin edemiyor, onların ateşine su dökemiyordu. 

İnanç tuzağının kurbanları 

Soru buydu sevgili okur; onların ruhlarını arafta kim kurtarabilir? İnancın kör tuzağından kim çekip alabilir onları? 

Onlar, daha çok yenilgi zamanlarının kurbanları, yenilmiş kahramanları, martirleri, şehitleri, hadi gerçeği söyleyelim ürünleri oldular. Bir peygamberden bir başkasına koşarken, tek amaçları “yanlış” yapmamaktı. Dünyevi ve tamir edilebilir bir yanlış yüzünden öteki dünyanın cehenneminde yanmamak, inançlarına ihanet etmemek duygusu da yol göstermiş olabilir kimilerine. Ama din değiştirmek gibi zahmetli bir yolu seçenler, asıl bu dünyanın “kaçınılmaz zorunlulukları” yüzünden giriştiler bu işte. Aslında eski peygamberlerinden de pek bir şey anlamamışlardı. Peygamber herkesin peygamberiyken ondan ayrılmak doğru olmuyordu. Ama ya sonra? Sonra peygamber yerlerde sürünürken, sırtında çarmıhı ile yokuşu tırmanırken onun yanında yürümek, çarmıhın bir ucundan tutmak kadar saçma bir iş, –sıradan müminlerin kınayıcı bakışları insanın üstünde olsa bile – elbette yapılamazdı. Din değiştirmekten, tanrının dininden şeytanın dinine geçmekten başka ne kalıyor geriye? 

Peki şimdi şu can sıkıcı çağı nasıl atlatmalı; bir yandan ömür geçip giderken, kahrolası geçmişin ağırlığından nasıl kurtulmalı? Ne yaptıysa şu bilinmez tarih yaptı. Geleceği sezememek onları fena halde zor durumda bıraktı. Bir şiir okudukları, bir türkü dinledikleri zaman yüreklerine zorla yükledikleri heyecanlar şimdi onlara ne kadar gülünç geliyor. Her neyse; “kurtuluşlarını” da yine tarihe borçludurlar; derilerinin altındaki kurdu uyandıran, şeytanı zincirlerinden kurtaran, “ermiş Jeanne”ın alevler içindeki hali oldu. Oysa veliahta taç giydiren, at üstünde zaferden zafere koşan, yüzünde her zaman ermişliğin ışığı, kahramanlığın halesiyle dolaşan, hep akıllı sözler söyleyen Jeanne düşmanın, engizisyonun eline geçtiğinde onu kurtarmak için yola düşmemişler miydi? Doğru, onlar Jeanne’ı kurtarmak için yola çıkmışlardı. Kılık değiştirerek Jeanne’ın yanına kadar sokuldular. Kuşkusuz geç kalmışlar, iş işten geçmişti. Jeanne çoktan ateşe verilmiş odunların üstündeydi. Gerçekte kurtarmak istiyorlar mıydı? Ermiş Jeanne, cadı ateşinde “İsa! İsa! İsa!” diye yanarak can verirken, bir an için niyetlerinin Jeanne’ı kurtarmak değil, Jeanne’dan kurtulmak olduğunu anlar gibi oldular, bir an için yüzleri korku ve utançla karardı. 

Sonra tarihin rüzgârı onların çelimsiz bedenlerini yere fırlattı. Güçbela yerlerinden doğrulduklarında artık yüzlerindeki çizgiler eski ermiş çizgileri değildi; dünyaya, var olan, var olmayan her şeye eskisinden daha farklı bakıyorlardı. Şimdi ruhlarını geçmişin yükünden kurtarmak, nihayet, lütfen, artık utanmamak istiyorlar. 

Ama onlar için ne yapılabilir. Tacı tahtı hak etmiş olmaktan henüz çok uzak olan krala taç giydiren Jeanne, Gilles’i büyülemişti. Gilles onda gördüğü saflığa, saflıktan doğan kendine güvenin çekiciliğine karşı koyamamıştı. Gilles’in erdemi kendini bilmekti. Dostlarımızın kusuru ise kendini bilememektir. Gilles, Tanrı ile şeytan arasında bir yerde duruyordu. Birinden ötekine sıçrayabilirim sanıyor, Jeanne’a duyduğu hayranlığı, kolayca kötülüğün korkunç günahların ateşiyle bastırabiliyordu. Ütopyanın saf çekiciliği, düzeni günahlarıyla, şeytani hazlarıyla birlikte yaşamak isteyen hasımlarımızda da aynı işlevi gördü. Sokakta kurşunlanırken içselleştirdikleri kahramanlık, “çağdaş” Engizisyon tarafından kolayca sevap hanelerine yazılıyordu. 

Şimdi arkadaşlarımız onlara çok Batılı, çok gereksiz gelen ütopyadan uzak durmak, onun tarafından rahatsız edilmemek, hayatın zevklerini bir bir tatmak istiyorlar. Farkına varamadıkları, hayatın tadını artık ebedî olarak yitirdikleridir. Gilles’in akıbeti onların da akıbetidir. Tıpkı Engizisyonda Gilles’in yaptığı gibi bir an kahramanca ayağa kalkıp yargıcı küfürlerle huzurlarından kovuyorlar, sonra birden elden ayaktan düşüp yerlerde sürünüyorlar. Daha sonra günahlarını uygun bir fiyata satabilmenin düşüyle yanıyor, yavaş yavaş cadı ateşine doğru ilerliyorlar. İçlerinde bir yerde gizli kalan bir ateş, Jeanne’dan kalma birkaç kor belki varsa, cadı ateşinin alevleri içinde belki, Jeanne’ı, ütopyanın saflığını, yüceliğini ve kurtarıcılığını hatırlayabilirler. 

Gerçekten de elimizden başka bir şey gelmez sevgili okur. Yorgunluklarının, telaşlarının çaresi yok. Bu umutsuz yolculukta yanlarına eski şöhretlerden tanıklar almaya kalkışmaları, benzeri fırsatları bin kere alaylı bir dille yazmış, lanetlemiş, lanetlenmiş olan şairleri kendilerine tanık göstermeye çalışmaları, evrende sivri ne varsa törpülemeye kalkışmaları, “tarihin sonunun geldiğine” dair kehanetler savuran kitaplara sarılmaları hep çaresizliklerinin işaretleridir. Toprak onları tanıdı. Kötü olan, kendilerinin henüz kendilerini tanıyamamış olmalarıdır… 

Ama şu ölümlü dünyada insanın yalan söyleyemeyeceği, göz göze gelmekten kaçınamayacağı tek varlık kendisi değil midir? Şu aynanın içindeki yüzsüzü öldürmeden bu utançtan kurtulmak nasıl mümkün olabilir ki? 

Kurtuluşun onlara tavsiye edebileceğimiz tek bir yolu var her zamanki gibi: Aynaya bakıp kendini tanımak. Jeanne cadı ateşinde yanarken, kendini bilip, yüzünü ütopyaya dönmek: “Jeanne! Jeanne! Jeanne!” diye onu son defa çağırmak. 

İşte sevgili okur, beni kurtaran böyle kitaplar oldu. Onları koltuğumun altına sıkıştırdım, güç aldım onlardan, onları beynime tıkıştırarak gidip aynaya bakmaya cesaret edebildim. Bir zamanlar okuduğum ama sonra unuttuğum eski kitaplara döndüm. Sahaflarda, onların tozlu raflarında çok vakit geçirdim. Çok acı çektiğimi anlamışsındır. Zor oldu gerçekten. 

Sonunda hayatın yeniden kurulabileceğine, nasıl olacağını bilmesem de inandım. Hepsini, gücünü “Kuşların Kanat Sesleri”nden alan bir romana tıkıştırdım. Sık sık söylendiği gibi, “söyledim ve ruhumu kurtardım.”