Savaş karşıtı İsrailli yazar Oz Shelach'ın 2007'de Metis'ten çıkan 'Mesire Yerleri' adlı romanında vardı, bir bar ve o barın hemen yanında bir karakol. İlk zamanlarda, karakoldan gelen işkence sesleri, bardaki müşterileri rahatsız ediyormuş. Bar sahibi, defalarca yetkililere başvurmuş ama sesler bir türlü kesilmemiş. Bar sahibi, sonunda çözümü barda çalan müziğin sesini yükseltmekte bulmuş. Bar sahibinin bulduğu çözüm, genel kabul gören bir çözüm, bütün taraflar için seçilen. 12 Eylül'de ya da 90'larda aynı çözüm yoğun olarak kullanıldı. Şimdi de her yerde herkes aşırı gürültü yaparak birbirinin sesini boğmakla meşgul. Sosyal medyada da kim daha mağdur ve haklı olduğunu ne kadar yüksek ve aralıksız dile getirirse o kadar amacına ulaşıyormuş gibi. Onların ve bizim kurbanlarımız şeklinde ayırarak herkes kendi haklılığının derdinde.

Lucien Febvre, 1937'de Rabelais hakkında yazdığı bir kitabında "hep ve her yerde olan" bir korkudan bahsetmişti. 16. yy'da korkunun bu denli güçlenişi üzerine yazarken, modernizmin insanı çepeçevre saran bu karanlığı aydınlatacağına dair bir inanış vardı. Bauman, 'Akışkan Korku' adlı kitabında Febvre'in tarif ettiği bu korkunun beş yüz yıl sonra daha da güçlenmiş bir halde geri döndüğünü yazar. Her yer karanlık. Altüst olmuş umutlar mezarlığında korku içinde dolaşan bir insanlık. Belki de bu korkuyla herkes her şeyin sesini, televizyonların, ibadet yerlerinin, mitinglerin sesini sonuna kadar açmış, korkusunu korkutarak aşmaya çalışıyor, ama nafile. Bauman diyor ki, "Güvensizlik ve savunmasızlık içeren böyle bir dünya imajını içselleştirmiş bir kimse hakiki bir tehdit olmadığında bile sürekli olarak tehlikeyle doğrudan karşılaşmaya uygun yanıtlara başvuracaktır..."

Pandemi, terör, mafya ya da devlet şiddeti, düşünceni ve kendini gizleme, yalnızlık, rezil olma... Hep ve her yerde korku... Cana ya da mala yönelik tehdit, toplumsal düzenin kalıcılığına ve güvenilirliğine tehdit, kişinin dünyadaki yerine ve kimliğine yönelik tehdit... Depremler, seller gibi çıplak dünyadan gelen tehdit... Bütün bunlar birleştiğinde, kişinin yaşadığı çaresizlik ve umutsuzluğun yaratacağı tehdit...

Tek tek bireyleri ve toplumları sarıp sarmalayan bu korkuların yozlaşmaya ve çözülmeye neden olduğu biliniyor. Sürekli birbirinden çarpıcı ve eğlenceli seri katil belgesellerinin, suç ve felaket dizilerinin ve filmlerinin üzerimize boca edilmesi boşuna değil. Craig Brown'ın '1966 and All That'te yazdığı gibi, "Her yerde küresel ısınmada artış vardı. Her gün katil virüsler, katil dalgalar, katil ilaçlar, katil buzdağları, katil etler, katil aşılar, katil katiller ve olası başka doğrudan ölüm nedenleriyle ilgili yeni küresel ikazlar vardı. İlk başta bu küresel ikazlar korkutucuydu ama bir süre sonra insanlar bunlardan hoşlanmaya başladı.”

∗∗∗

Kuruyemişini ve çayını alıp televizyonunun karşısına geçerek, Gazze'nin bombalanışını izleyen ve bu bombalanışı canlı olarak uzmanlardan dinleyenler, daha sonra korkuyla karışık bir hazla bir seri katil belgeseline geçebilirler. Ya da dünyanın herhangi bir yerinde sel felaketini heyecanlı bir film sahnesini izlercesine... Böyle olmasında bir sorun var. Hayatı tehdit eden asıl şey, korkuyla kurduğumuz bu ilişki biçiminde. Bir reklam sloganında denildiği gibi, "hazzı değil, hüsranı geciktir." Yaşlanma korkusu mu yaşıyorsun, bir sürü krem, estetik operasyon ve beslenme ritüelleri mevcut, yüzleşmeyle uğraşmak yerine hüsranı geciktir.

Bauman, yapılması gerekenin özgürlük ve güvenlik arasındaki dengenin küresel ölçekte yeniden kurulması olduğunu yazmış. Bu denge olumsuz anlamda güvenliğin ağır bastığı bir noktaya doğru hızla ilerliyor. Ama özgürlüklerin askıya alınmasıyla güvenliğin tam ters yönde etkileneceği de insanlık tarihine bakılınca görülebilir. Bir diğer husus da, korkulan şeylerin kökenine inmeden gerçekçi umutların ve çözümlerin mümkün olmayacağı... Ama artık bütün dünyayı içine alan bir 'aydın' sorunu var. Ün peşinde koşan tarafgir, felaket tellalı, karamsar aydınlar, kendi küçük iktidarları ve izlenme oranlarıyla meşgulken, toplumla sahici bağlar kuramıyorlar. Bauman'ın ifadesiyle, entelektüeller ile halk arasındaki sözleşme bozulmuş durumda. Bu sözleşme yenilenmeden, tek tek bireylerin bütün bu korkularla yüzleşmesi kolay değil.

∗∗∗

Salman Akhtar, 'Acının Kaynakları' adlı kitabını bir yerinde, iradenin sakatlanmasıyla korkuya yenik düşme arasındaki ilişkiye değinir. Gerçeklikle bağı bozulmuş, toplumsal çözülme içinde yalıtılmış bireyin iradesinin sakatlanmış olması kaçınılmaz. Yeni siyaset ve ahlak anlayışının bu gerçeği gözetmesi gerek öncelikle.