Google Play Store
App Store

Hatice Can ve Mithat Can’a…

6 Şubat depremlerinin üzerinden bir yıl geçti. Birçok kentte anma törenleri gerçekleştirildi.

Herkesin dilinde aynı cümle: Unutturmayacağız!

Travmalı insanlar cenneti Türkiye’de ‘unutmayacağız, unutturmayacağız’ dediğimiz o kadar çok acı var ki.

6 Şubat depremlerinde kaybettiklerimizin yüzleri gözümüzün önünde, sesleri kulaklarımızda, dönüp dönüp bakılan fotoğraflar, arada açıp okunan o en son gönderilen mesajlar, yarım kalan hayatlar, hayaller…

Büyük acının, öfkenin yıldönümünde bizi geleceksizliğe sürüklemek isteyenlere 6 Şubat’ı unutmadık derken neleri hatırladığımızı düşününce…

Günlerce yardım beklendi, yardımlaşma koordinasyonu için sahada bulunanlar internet yavaşlatıldığı için iletişim kuramadı, enkaz altından yardım çığlıklarının sosyal medyada dile getirilmesi üzerine internet kullanımı ‘bant daraltma’ ile yavaşlatıldı, ilk üç gün kimse gelmedi diyen felaketi yaşamış insanlara, “Yalan söylüyorlar!” dendi, günlerce iş makineleri beklendi, muktedir 10 saat Twitter’a erişim sınırlaması getirdi ama, AKP’liler Twitter’da paylaşım yapmaya devam etti, enkaz başında umutsuzca bekleyen “Hükûmet nerede?” diye isyan edenlere soruşturma açıldı, “Enkazdan çıkarılan kayıp çocuklar nerede?” diye soran meclis araştırması önergesi AKP blokunca ret edildi.

18 Şubat’ta Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, İHH evlerine yerleştirilen çocuklara dair bir açıklama yaptı ve “Şartları kötüleşirse biz devlet olarak koruma altına alırız” dedi. Hangi koşullarda çocukların şartları kötüleşmiş sayılacak? Koşulların kötüleştiğini kim bildirecek? Kime bildirecek? Yerleştirmeyi kabul eden bakanlığa mı? Hükümetin görevi, depremden zarar görmüş çocukları ideolojisine yakın vakıflara yerleştirmek midir? diye sorduk, yanıt gelmedi. Eşzamanlı olarak, yıkımdan kurtulmuş çocukların devletin bilgisi dahilinde çeşitli lokasyonlardaki cemaatlerin “koruması” altına verildiğini öğrendik.

***

Beykoz, Tuzla, Sakarya’dan haberler geldi. Haberleri okudukça kaygımız arttı. Büyük travmadan çıkmış, devlet korumasında psikolojik destek alması gereken çocukların tarikat, cemaat yurtlarında ne işi var? diye sorduk, Aile Bakanlığı’ndan sadece “Yok öyle bir şey” açıklaması geldi. 23 Şubat’ta bu kez Sakarya’dan bir haber geldi. Sakarya’da dokuz depremzede çocuğun; annelerinin yanından alınarak, işletmesi İsmailağa Cemaati’ne bağlı vakıf tarafından yürütülen yatılı Kur’an kursuna verildikleri haberine dair Akp blokundan gelen yanıt yine “Yok öyle bir şey” oldu. “Dünyanın her yerinde, her dakika deprem oluyor. Neden en kötü kader Türkiye’de?” diye soranlar evlerinden alınmaya başlandı.

***

AKP yönetimindeki devlet kurumlarına güven kalmadığı için aynî ve nakdî yardım göndermek isteyenler ‘uygun’ bir kurum aradı. Kızılay barbunya pilaki, çadır sattı, bir emniyet müdürü deprem yardımlarını çaldı, dayanışma için yola çıkan araçlar depremin yerle bir ettiği şehirlere sokulmadı, Afad dağıtacak denilerek yurdun dört bir yanından gönderilen yardımlara el konuldu, Diyanet enkaz altında yardım bekleyen insanların üstüne selâ okuttu, hayatlarını kaybedenlerin sayısı ise hep gizlendi. Ve koca bir sene geçti. Verilen vaatler tutulmadı, hükûmete güvensizlik yine baş roldeydi.

Milyonlarca insan hala evsizken altı gün önce AKP’li Cumhurbaşkanı Hatay'da "Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı" sözünü söyledi. Yani, deprem sırasında bile olsa, bana oy vermediysen sana hizmet getirmem diyerek hepimize parmak salladı.

Bununla da bitmedi. Birkaç gün sonra da, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı villa sever Mehmet Özhaseki katıldığı canlı yayında, “Misafir olduğum ev sahipleri şunu söylüyor; Allah razı olsun. Bak evimiz yıkıldı (eğer ölüler de yoksa) yıkıldığı iyi olmuş, bize mis gibi villa verdiniz diyor." dedi. Bu sözünün karşısında lâl olduk, ne diyeceğimizi bilemedik. Bakana geçen bir sene içinde 319 Bin konut teslim edecekleri vaadini hatırlatan bir gazeteci de yoktu tabii. Akp blokundan, muktedirin halkın muhtaçlığından haz aldığını düşündürten bu açıklamalarından yüzü kızaran var mı? Yok. Peki halkı inşaat ile itaat arasına sıkıştırmaya çalışan, ancak kendisinin kazanabileceği bir seçimin koşullarını yaratmaya çalışan muktedire güven var mı? Hiç yok.

Oysa güvene en fazla ihtiyacın olduğu bir dönemden geçmekteyiz. Ne yazık ki, sözün senet yerine geçtiği çağlar çoktan geride kaldı. Güven duyulan yöneticilerin varlığına elbette her daim ama özellikle böylesi afetlerde çok ihtiyaç duyulmakta. “Demos” kendini yönetmesi için belirli dönemlerle sınırlı haklar tevdî ettiği siyasetçilere güvenmiyor. Özellikle genç kuşağın gelecek günlere dair son derece tedirgin olması ve bu belirsizlik ortamı; güvenin, toplumun sağlığı için kurtuluş reçetelerinden biri olduğunun da en önemli göstergesi. Güven ortamının bulunmadığı durumlarda hayat normal bir akışla devam edemez, tecrübelediğimiz gibi, edemiyor da. Velinin öğretmeni, öğrencinin akademisyeni Cimer’e şikâyet edip hakkında soruşturma açtırdığı bu tahakküm, rant, arsızlık ikliminde birliktelikten gücümüzü alarak karanlıkla mücadele etme zamanlarındayız. Bu kadar kötülükle baş etmek kolay değil elbet. Unutmayacağız, unutturmayacağız demenin sorumluluğu da hafif değil. Acıda ve sevinçte ortaklaşan milyonların; suskunluk cenderesinden çıkması, umudunu ve öfkesini harmanlaması, güven vermeyen muktedirin karşısında kalabalık olmanın getireceği güveni hissetmesi, Cumhuriyet’in kazandırmış olduğu yurttaşlık hakkına topyekûn sahip çıkmanın getirdiği gücü hissetmesi zamanları bu zamanlar. Çünkü kurtuluş yok tek başına!