920 yılında çok feci işkencelere maruz bırakıldıktan sonra başı kesilerek idam edilen İran doğumlu mutasavvıf Hallac-...  

920 yılında çok feci işkencelere maruz bırakıldıktan sonra başı kesilerek idam edilen İran doğumlu mutasavvıf Hallac-ı Mansur’u bilirsiniz; suçu, “Ene’l hakk!” demekti, yani “Ben Hakk’ım!” Bu sözün Hallac’ı ölüme götüren asıl anlamı şuydu: “Ben, inandığınız hakikatin ta kendisiyim. Ben tanrıyım.” Bugün bir çok yorumcu bu sözün ’vahdet-i vücut’ bağlamlı olduğunu, tanrının evrendeki her zerrede ve dolayısıyla her bir insanda da bulunduğu anlamına geldiğini söylüyor. Fakat belki de bundan 1080 yıl önce yapılması gereken bu yorum, bugün ne yazık ki Hallac’ın idamı gerçeğini, yani insan aklının kendini bir kez daha öldürmesi gerçeğini tarihten silemiyor. Sadece bu olsaydı keşke; Hallac’ın sözünü bugün bile ilk anlamıyla söyleyemezsiniz, bir türlü güçten düşmeyen ‘hakikat kollayıcıları’ yüzünden...
Çevremizdeki dünya ‘gerçek’tir, bu dünyada türlü çeşitli insanın yaşaması ve bunlardan bir kısmının kendi ‘doğru’larına uymayan bir söz söylediği için başkalarını katletmeleri de, ‘gerçeklik’... Buradaki gerçek ve gerçeklik kavramlarının anlamı ve kullanımı konusunda pek sorun yaşamıyoruz da, ‘hakikat’ dendiğinde işler karışmaya başlıyor. Belki Batı düşüncesinde realite (gerçeklik) ve verite (hakikat) sözcüklerinin yüklendiği anlamlar üzerinden biraz basitleştirerek bu kavramları ve aralarındaki ilişkiyi şöyle tanımlamak mümkün: Hakikat, gerçekliğimizi tam da o hakikat tarafından belirlenen değerler çerçevesinde yaşamamızı gerektiren, gündelik gerçekliğimizi ‘doğrulayan’ bir üst-anlam düzeyidir. Bu metafiziğe göre gerçek ve gerçeklik geçicidir, fanidir, değişebilir, çünkü hakikate bağımlıdır; hakikat ise değişmez, çünkü her türlü gerçeklikten bağımsız bir kendinde-varoluş halidir. Yani gerçeklik hakikati belirlemez, ama hakikat gerçekliği belirler.
?imdi tekrar Hallac ve hakikat örneği üzerinden giderek temel bir soruya ulaşabiliriz: Söylediği bir cümle yüzünden Hallac’ın katledilmesi gerçekliğini doğrulayacak, olumlayacak, dahası bunun tam da böyle olması gerektiğini belirleyecek kankırmızı bir hakikat olabilir mi? Kadı Ebu Ömer Hammadi fetvayı ve halife Muktedir de idam emrini verebildiğine göre, olabiliyormuş demek ki... Ama, durun bir dakika! ‘Hakikat’ kavramı, tanımlanan doğası gereği evrensel olmak zorunda... Yani hakikat diye bir şey varsa, evrenin her yerinde aynı yapısal ve işlevsel özellikleriyle geçerli olabilmeli, ancak o zaman ‘hakiki bir hakikat’ten söz edilebilir. Eğer Dünya gezegenindeki gerçekliği belirleyen hakikat Mars gezegeninin gerçekliğinde söz sahibi değilse, o aslında hakikat değil, sadece farklı bir gerçekliktir. O zaman demek ki iş değişiyor: Hakikatin insanlık tarihinin en belalı kavramlarından biri olması, evrensel düzeyde gerçekliğin varoluşunu borçlu olduğu ve itaat ettiği bir hakikatin olmayışındandır. Öyleyse, birinci sonuç: O kadar kollayıcısı olmasına rağmen, hakikat yoktur. İkinci sonuç: Hakikatin olmayışı bu dünyanın gerçekliğidir. Üçüncü sonuç: ‘Hakikatler’ hakkında yapılan tüm ‘kollama’ faaliyetleri, aslında hakikatin yokluğunu gizlemek içindir.
Hallac’ı anmama ve böyle ‘felsefe yapma’ma, feci biçimde kanlı ve kötü bir ‘hakikati arayış’ filmi neden oldu. 2008 tarihli “Martyrs/İşkence Odası”, yaş ortalaması yüksek zenginlerden oluşan modern bir tarikatin gencecik bir kıza çektirdiği çileleri anlatıyor. Hallac-ı Mansur’u “Ene’l hakk!” dediği için uzun işkenceler sonrasında katletmişlerdi. Buradaysa, tünelin ucundaki ışığı görsün, tanrısal hakikate ulaşsın ve insanları ‘öbür taraf’ta neyin beklediğini anlatsın, yani “Ene’l hakk!” desin diye, Anna’yı korkunç işkencelerden  geçirip son olarak da canlı canlı derisini yüzüyorlar. Filmin adı, yani “Martyr” sözcüğü Yunanca “şahit” anlamına geliyor, yani buradaki anlamıyla ‘hakikate şahitlik eden’; İngilizce’deyse ‘şehit’ demek, yani ‘hakikat yolunda ölen’... ‘Bedensel gerçekliğe zulmederek hakikati aramak ve kollamak’ üzerine hem anakronik, hem de tamamiyle günümüze dair bir anlatı “Martyrs”. Anakronik, çünkü öyküsünü benzer hakikat sapkınlıklarına sahne olmuş engizisyon oturumları ve çileci Benedikten manastırlarıyla aynı düzlemde kuruyor. Ve tam da bugünün hikayesi; Maraş, Madımak, Salman Rüşdi için verilen ve hala yürürlükte olan ölüm fetvası, Taliban ilkelliği, intihar bombacıları... Ama “Martyrs”in hikaye ettiği bu arama, en görünür olana zulmederek en görünmez olana ulaşma çabasındaki bu patoloji, sadece ‘dinsel hakikat’le sınırlı değil ne yazık ki; 1915, Auschwitz, 6-7 Eylül... Hepsinin altında ve arkasında ise güç ve iktidarın, paranın hakikatini kollayanlar var. O kadar ki, aynı kollayıcılar, paragöz bir topluluğa “Sizin taptığınız (hakikatiniz) benim ayağımın altındadır.” dediği için Muhyiddin-i Arabi’yi de idam etmeye çalışmışlardı.
Perdeyi kana bulayan “Martyrs”in en kötü yanı, işte bu kanlı hakikat arayışını hiç sorgulamaması... Hatta filmin finali bu ölümcül sapkınlığı hedefine ulaştırarak olumluyor. Sonuçta dünya, gerçeğin kanında yıkanarak hakikatle temizlenmiş olduğunu sanıyor. Ve hiç sormuyor: Zulüm ve ölümden hakikat çıkar mı?!