Bizim havalide hard u dewres; dağ, taş, tarla, toz ve üstündeki her şeyle yeryüzünün eski adıymış. Bu ad kutsalmış, dewres bu kutsallığın simgesiymiş. Üstünde bir beyaz pırenle yaşlı dewres nasıl bir ateşin içinde döner durursa, hard u dewres de her an dönmedeymiş.

Hepimizin babası, canlının cansızın, tekmil mahlükatın wayiri Hakk, hard u Dewres’i tam altı günde yaratmış, yorulmuş, yedinci gün paydos demiş, gitmiş bir köşeye yığılıvermiş, derin mi derin, terli mi terli, bir dipsiz uykuya dalmış.

Başta gök ve yer yokmuş, sadece uçsuz bucaksız bir deniz varmış. Hakk, deniz üstünde uçuyor ama konacak bir yer bulamıyormuş. Hakk bir gün seyreylerken denizi, bir bakmış deniz üstünde yüzen bir toprak parçası, onun da üstünde insana benzeyen bir kil tabakası görmüş. Nedir bu, insan olsun, deyivermiş. Toprak insana dönüşmüş, insan topraktan doğmuş.

İnsan topraktan gelince hakkını verelim, özünü hiç unutmamış, onu çelik tellerle, bir taşla veya küçük bir ağaçla sınırlamış, uğruna savaşmış, ölmüş, öldürmüş. Toprağa hürmetli bir dua etmiş hep, kendi cinsinden olanları, yürüyeni, uçanı, evde beslediğini bile geri vermiş. Krallar, imparatorlar, lordlar, beyler, askerler, cengâverler, emperyalistler, sermayedarlar, misyonerler, gezginler, meraklılar hep toprak aramış. Cihatçısı da, Haçlısı da toprağa bayılırmış. Kötülük biraz da toprağa sahip olma merakından doğmuş, yayılmış ki bugün de toprak, altındaki madenler, üstündeki denizler, limanlar, dev fabrikalarıyla hep insanın hedefindeymiş.

Bizim Hakk, bizim hard u dewresi fukaralar yaşasın, sevsin, bir yatakta sabaha dek sevişsin, yavrulasın diye yaratmış yaratmasına da bizim beyaz donlular da aynıymış. Aşiretler, ezbetler, komlar sağ olsunlar, Osmanlı’yı, Sel Seferlerini, Cumhuriyet’i görmüşler, yenilmişler, yenmişler ama bu arada birbirlerinin de kökünü getirmişler. Çatışmalar, iki tane keçi, açlığın doğurduğu mecburi bir kelepur seferi, çoğunlukla da bir karış toprak içinmiş. Size bazen bu gazetede anlattığım ağıtlar, kılamlar, şüareler komşu aşiret çocuklarının hiç uğruna dökülen kanına yakılmış.

Rivayet edilir ki, Tunguzlar Hun Kağanı Mete’den bir atını istemiş, Mete, “Bir at için komşuluk bozulur mu demiş” vermiş. Tunguzlar bu defa bir karısını istemiş. Komutanları şiddetle itiraz etse de Mete, “Bir kadın için komşuluk bozulur mu, demiş, bir karısını göndermiş.” Bir süre sonra Tunguzlar iki ülke arasındaki bir avuç ot bitmez toprağı istemiş. Mete, “At benimdi verdim, kadın benimdi verdim, toprak ulusumundur veremem” demiş, Tunguzların üstüne yürümüş, ezmiş, geçmiş. Mete artık bir destan kahramanı olmuş, Oğuz Kağan adını almış, toprak yüzünden.

Bugünkü Yavuzların Yavuz’u Selim Han, kırk bini Amasya’dan Erzincan’a kesip, yolları kandan nehirlerle çevirdikten sonra, Çaldıran’da İsmail’in ordusundan binleri tepeleyip, Mısır’a girip, bir on beş bini daha kesmiş. Amin Maalouf, Afrikalı Leo’da Yavuz’un askerinin kılıcıyla kesilen çocukların kanının Kahire’nin arka sokaklarında sel olup aktığını yazmış. Yavuz çocukların kanını akıtıp, Ümmül Kıyas’ta her gece zevk ve sefa ederken, bir gece yatağının başucunda beliren bir fakir parlayan hançerini nedense Yavuz’un boynuna geçirmekten son anda vazgeçmiş. Yavuz haber salmış “O gece odama gelen gelsin, ilişmeyeceğim” demiş. Bir Çerkez olan Kurtbay çıkıp gelmiş Yavuz’un huzbarına. Yavuz “Niçin bunu yaptın” demiş. Kurtbay “Nasıl yapmayayım, ülkemize geldin, çoluk-çocuğu öldürdün, yedi oğlum seninle savaşta öldü, malımı-toprağımı aldın, bu yüzden seni öldürmek istedim, bilmem neden yapamadım, çağırmışsın geldim işte” diye cevaplamış. Yavuz, “Benim Mısır’ımda durma, var yıkıl git” demiş. Kurtbay “Sen benim ülkemde durma, aklın varsa Mısır’dan sen git, ben öldürmedim, ama biri seni öldürür” demiş.

Geçen hafta Öcalan, sınırın hemen altındaki iki dönümlük tapusuz bir tarlayı, Kürt-Türk ittifakının ruhu ilan edince, bu hafta Genelkurmay, öyle bir ruh hiç olmadı ki deyiverdi. Bakın kocaman tarih babadan aldığımız feyzle nasıl bugüne geldik. Ama hikâye hiç değişmedi.               

*Toprak