Balıkçılar kahvesinde oturmuş pastırma yazının son demlerinin keyfini çıkarırken, Sait Faik‘in “Öyle Bir Hikâye”sini okuyordum. Öyküdeki ahlakla ilgili sözlerini her okuyuşumda irkilirim: “Bir ahlakımız olacak ki, hiçbir kitap daha yazmadı. Bir ahlakımız, bugün yaptıklarımıza, yapacaklarımıza, düşündüklerimize, düşüneceklerimize hayretler içinde bakan bir ahlakımız.” Italo Calvino‘nun çözüm için önerdiği genel ahlaki devrim de böyle bir arzuyu dile getiriyordu. İşte o hayretler içinde bakma durumunu kaybetmek istemediğimi düşündüm. Sürekli birbirine bağıran insanlardan oluşan TV şovları, nefret ve intikam dolu siyaset, gündelik hayat, diziler vs… Sait Faik ve Calvino şimdi şu balıkçılar kahvesinde olsalar ve neler oluyor bu dünyaya diye konuşsak, bana şöyle derlerdi muhtemelen, bütün bu onay peşinde olan ve nefretle dolu insanların ortak özelliği bir yere ait hissedenemeleri.

AİT OLMAMA KRİZİ

Son dönemde yeni tür ırkçılığın yükselişinin ana nedeni ‚ait olmama krizi‘ olduğu o kadar belli ki… Önceki yazımda bahsettiğim negatif özdeşleşme durumu, doğal olarak nefret ve intikamı, onaylanma arzusu ve haseti ırkçılıkla birlikte yükseltiyor. Irkçılığın temel sınırı, birilerinin ait olması için birilerinin ait olmaması düşüncesine dayanıyor. Bu meselenin en çarpıcı örneği Avrupa. Avrupa‘daki evrenselcilik ve ırkçılık arasındaki gerilim, dünya savaşları ve politik mücadeleler tarihinin temelini oluşturuyor. Ahlaki açıdan yaşanan bu gerilimi kapitalizm ırkçılık lehine politikalarla, yani bireyi tecrite zorlayan tüketim toplumunu yaratarak, kimlik krizi ve dağılma endişesiyle dini ya da ırksal fanatizmin önünü açmış gibi görünüyor. Todd McGowan, ‚The Racist Fantasy: Unconscious Roots of Hatred‘ adlı kitabında, ırkçılığın her zaman kapitalizm için kurtarmaya geldiğini söylüyor; başka türlü imkânsız olan sınırsız bir gelecek vaadini sunamayacağı açık. Başka türlü, genel ahlaki devrimi önlenemeyeceği de… Bir kere ırkçı düşünce sistemine girince, öteki‘den nefret etmeniz o kadar kolay ki… İster istemez o kişinin her şeyi, görünüşü, konuşması, davranışı batmaya başlar, içinizdeki kötü nesneyi o kişiye atarak kendinizi çok haklı hissedersiniz. Tarantino‘nun ‚Soysuzlar Çetesi‘ adlı filminde vardı, bir Nazi subayı Fransa‘daki bir köy evinde Yahudi ararken farelerden bahsediyordu, farelerin otomatik olarak insanda tiksinti duygusuna neden olduğundan. Irkçılığın böylesi neredeyse bilinçdışı denebilecek tezahürünü anlamadan istediğimiz kadar sosyo-politik izahatlar yapalım, bir şey değişmeyecek.

IRKÇI FANTEZİLERİ

Bir ırkçıyı bilinçsiz ya da bilinçli olarak öteki‘nde en çok rahatsız eden şey, o kişinin tuhaf kültürel geleneğinden, müziğinden, giyiminden zevk almasıdır diyor McGowan. Zizek, bu durumu zevk hırsızlığı olarak tanımlamıştı, nasıl olur da öteki bizden farklı ve belki de bizden daha çok kendisinden zevk alabilir? ABD‘de geçmişte siyahların müziğine ya da kendilerinden memnun olma hallerine duyulan tepkinin arkasında bu gerçek vardı. Öteki zevk almamalı hep acı çekmeli ki, ırkçı aldığı zevkten emin olsun, üstünlüğünü korusun. Bu bütün nefret ve intikam fantezilerinin temel koşulu olsa gerek. Bu ve benzeri tespitlerle, ırkçılığı psikolojik indirgemecilikle açıklama hatasına da düşülmemeli elbette, ama bilinçdışı da ihmal edilemeyecek başka bakış açıları da sunuyor. Aynı şekilde siyasetteki kutuplaşmalara da, tıpkı bireysel fantezilerin işleyişine benzer kitlesel fanteziler üzerinden bakmak, bugünkü toplumsal gerçekliği analiz ederken faydalı olabilir. Karşıt kutupların birbirlerini zevk aldıkları şeyler üzerinden aşağılama ya da suçlama halleri, ırkçı fantezilerdeki zevk hırsızlığı tespitiyle oldukça uyumlu görünüyor.

Peki ama ırk fantezisinin işleyişindeki benzer bir etkiyi neden sınıf fantezisinde görmeyiz? Neden zenginlerin o pırıltılı hayatlarına tanık olmak kitlelerde ırkçılıkta yaşanan etkiyi yaratmaz? Neredeyse yerli dizilerin tamamı zenginlerin hayatları üzerine kurulu ve yoksullar dizilerdeki bu fantezi-gerçeklikle kolayca özdeşlik kurabiliyor, ahlaki önyargılarını askıya alabiliyorlar. McGowan, çeşitli filmlerden örnek vererek bu durumu izah ediyor kitabında. McGowan‘a göre sınıf, ırka göre daha sembolik bir özdeşleşmeye dayanıyor, yani sınıf daha çok bilince dayanırken ırkçılık bilinçdışı süreçleri de devreye sokuyor. Bütün bu tespitler tabii ki tartışmalı, ama Sait Faik‘in bahsettiği hiçbir kitabın henüz yazmadığı o ahlak, ancak bütün bu meseleleri derinlemesine tartışarak yazılacak.