Hayat, korkunç, basit, kundak kefen arası bir hikâyedir. Çok yaşdönümü, çok kriz, çok keder, çok mutluluk gördük. Yitirilen bunca hedef, savrulmuş telaşlar, uykusuz gece, günler yaşadık. Büyük bir sahnede prova gibiydi her şey. Değerler bunalmış, bir sürü eş dost devrildi. Kötülük yazdı günleri, ayları ve seneleri. Geldik kırklara, velhasıl ermedik hakikata. Bitmeyen ve hep birbirine benzeyen umutsuz senelerden sonra, bir gün şehir patladı, fiesta yeri oldu koca ülke. Çapulcular çıkageldi, yerin altındaki üstündeki, gece ve gündüz çalışanı, yaşlısı ve genci, renk renk ırkı, inancı, herkes, her şey bir çizgiye vardı. Gayrı başımızdaki hitler, oyuncağı Aksaray, Berkin ise yarasına direnen bir yürekli kahramandı, Haziran’dı.

Ölümle ve yaşamla alay eden, dimdik duran, ilk vurulanımızdı. Yangının ilk kıvılcımını saçanı Çorum’a, ötekileri Okmeydanı’na, Ekinci’ye, Armutlu’ya, bir Mayıs’a değil, yüreklere gömdük. Artık yaşlı veya genci de değil, bir çocuğu anıyorduk, hep aynı dilden. Bir çocuktan feyz alıyorduk. Kopan şeridi birbirine bağlayan, yorulmuş umudu onaran bir çocuktu. Artık musluklardan keder, gecelerden korkunç bir sessizlik değil, sevinç akacak. Haziran’dan sonraydı.

Okuduğum ilk afişi hatırladım. Ağzımda tuz ile lisede öptüğüm ilk kızı. Arzu sinemasındaki Yılmaz Güney’i hatırladım, umudun afişini. Cabbar’ı hatırladım karısıyla sevişmek isterken delice, beyaz pıreniyle define ararken. Cabbar’ın arkadaşı, pos bıyığıyla Kurtiz’i düşündüm, daha Kaz dağlarında ölmemişti. Sinema önünde toplanan köylüleri hatırladım, sürü’yü izlemeye gelmişlerdi. Kalabalıktılar, kara lastikleriyle, çok umutlu, hep Haziran’ı bekliyorlardı, ta o zamandan, hiç farkında olmadan. Haziran da onları beklerdi.

Ya biz, bir umut yıkılıp, karanlık üstümüze ağır ağır çökerken, devrimci olan biz. Bir gün, işçi sınıfı devriminden dönersek eğer, diye yeminler eden. Arkadaş evlerine dağılmış, unutulmuş kitaplar. Duvarlarda solmuş fotoğraflar, hep siyah beyaz. Duvara yapıştırdığım ilk afiş, kantine kaçarak saçtığım ilk bildiri, ostim önlerinde çamura bata çıka geçen günler, ki hepsinin soykütüğünde ezilenlerin uğultulu umudu ve dinmeyen sızısı var. Tam kaybetmiştik, iyice solmuştu fotoğraflar, ciltli kitaplarda yazılar, Haziran geldi, azalan umutlarımızdan yakaladı.

Başkentteyim. İstemeden, düşünmeden. Geride kaldı dört dağ, iki kardeş nehir, sessizce yolunu süren dereler ve kanlı çalılar, yapışmış hiç aklımdan çıkmaz. Bütün o çaresiz hikâyeler, yeşil damarlı yüzler çok eskide şimdi. Duyduğum belli belirsiz ninniler, anadilli hüzünler yok. Ey yolcu diye seslendi biri bana, neden bıraktın dağlar ülkesindeki evini. Umut dedim, dört dağ içine sığmaz. Umut varmış, haziran geldi, fısıldadı kulağıma.

Haziran keder ayıdır. Bahar biter, otlar yeşilden paslı bakıra döner. Ne serindir, ne sıcak, ne uzundur, ne kısa. Haziran umuttur. İsyan ve nifaktır. Darbedir, yeniliktir. Tüm akışı değiştiren kahramanca bir başıbozukluktur. Kundaktan çıktığımız günden beri yaşadığımız en büyük kopuştur. Bizden önce doğanlar ve ölenler, bu ayı hiç böyle görmemiştir. Okumuşlardır kitaplardan bizim okuduğumuz gibi, seyretmişlerdir perdede bizim seyrettiğimiz gibi, duymuşlardır tıpkı bizim duyduğumuz gibi. Ama yaşamamışlardır.

Yine bir hazirandayız. Yine umuttayız, yine çiçekte. Haziran güzeldir, iki yıl önce de, bugün de. Zifiri geceyle sabah arasındaki mesafe artık daha kısa. Haziran ayların sultanıdır ki bundan böyle hep isyancı kalacak. Haziran’ı, dövüşen, düşen, içeri giren, gözünü kaybeden, duvara yazan, toma’yı dize getiren, toprak altında sessizce yatanımız yazdı. Haziran’ın 7’sini yazan da biz değil, onlardı.