Hikâyeyi masal sanmak…
Selçuk’un (Candansayar), “Başarı hikâyeleri kazandırır mı?” diye sorduğu dünkü yazısının, “Kahramanlara, hikâyelerine değil, ‘Yedi kapılı Thebai şehrini kuranları’ örgütleyecek örgütlere ihtiyacımız var,” diyen son cümlesindeki fikre tümüyle katılıyorum. Örgütsüz başarı hikâyesi olmaz demeye de gerek duymadan.
Yazı benim “hikâyeciliğim”e eleştiri tınısı taşısa da, anlatılanı bağlamından koparıp “anladığım”la yürümenin konforuyla kalem oynatmam. Selçuk, “bireysel başarılar, kahramanlıklar değil önemli olan, örgütlü mücadele” diyor. Doğru.
Bunu savunmak için de son cümlede çarpıcı bir hikâyeye başvurmuş. “Thebai” diyerek ve onu hikâyeleştiren Brecht’e inat, efsane/mit/masal adıyla anarak!
Atina ve Sparta kadar bilinir olmasa da, bizim de Brecht’in “Okumuş Bir İşçi Soruyor” şiirindeki gibi Teb dediğimiz Thebai, antik Yunan’ın en önemli şehir devletlerindendir. Efsanelere göre, yenilmez savaşçılar bitsin diye toprağa ejderha dişleri dikilen yere kurulan, Herkül’ün doğduğu, bilmecesi çözülene kadar kadın başlı-kanatlı aslan gövdeli mitolojik yaratık Sfenks’in terör estirdiği yerdir Thebai. Bu haliyle, düş gücüyle beslenen, zaman içinde değişerek kuşaktan kuşağa anlatılan, tanrılar ve tanrıçalarla dolu bir masal şehridir.
Brecht, “okumuş bir işçi”ye “Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? / Kitaplar yalnız kralların adını yazar. / Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?” diye sordurduğunda “hikâye şehri Teb” olur!
Yıllardır “hikâye de hikâye” diye tutturmamın nedenini ve “hikâye”den ne anlayıp ne anlatmak istediğimi defalarca yazdım.
Son kez hikâye dediğimde; onun masal olmadığını, zamanı-mekânı-kişileri belli ve gerçek anlatılar olduğunu, anlatılması için önce “yaratılması” gerektiğini vurgulamış, siyasal iletişimin en etkili yöntemi olduğunu, solun toplumsallaşmasının hikâyeler “yaratıp” anlatmaktan geçtiğini yinelemiştim. İlk kez hikâye dediğimde de; muhalefeti iktidara taşıyacak olanın cesaretle sokakta, hayatın içinde, insanların hayatlarına dokunup onları değiştirerek “yaratılan” gerçek hikâyelerinin olması gerektiğini savunmuştum.
Ne zaman hikâye desem, “Ş kapısı”ndan ve “18. Fil olmak”tan bahsederim. Köşenin okurları bilir; Maçoğlu’nu “Malkaçoğlu” yapıp bir masal kahramanı olarak anlatmaktan değil!
Hikâyeyi ve başarı hikâyelerimiz olması gerektiğini savunmam, siyasal mücadelenin “Birileri yapsın ben anlatayım ya da ben sadece anlatayım” haline bir karşı çıkış. En güzel nutukları solun attığı, en sağlam analizleri solcuların yaptığı ve en sıkı soruları solcuların sorduğu saptamasından hareketle, bir söyleme halinden eyleme haline geçme çağrısı hikâye.
Selçuk, hikâye ile masal arasındaki farkı da gayet güzel ortaya koyduğu yazısını Brecht’in hikâyeleştirdiği bir antik şehrin masalsı adıyla bitirmiş, ben de ana fikri doğru diyerek okumuştum ya. O cümleden bir önceki paragrafta da “İspanya’ da Marinaleda diye bir kasaba var. Franco faşizmi sonrası yapılan tüm seçimleri komünistler kazanıyor. 44 yıldır İspanya’da hükümetler gelip geçmiş, ekonomi inip çıkmış, özerklik tartışmaları çıkmaza girmiş ama ne Marinaleda’da bir değişim olmuş ne de Marinelada ikinci bir kasabaya, belediyeye ilham olamamış,” diyordu.
Neyse ki, daha yerli bir örnekle Fatsa dememiş!
Marinaleda’da çok değişim oldu ve misal “İspanyol Gezi’si” de diyebileceğimiz Los Indignados Hareketi’nin ilham kaynaklarından biri de Marinaleda’ydı. İnternette kısa bir aramayla daha nerelere ilham olduğuna dair uzun bir liste bulursunuz.
Kuşkusuz dünyayı bir kitap ya da bir hikâye değiştirmez. Ama senin dünyanı değiştirebilir! Dünyayı değiştirecek olan kitapların ve hikâyelerin toplamıdır, onlar da örgütlü olarak yazılır!