Google Play Store
App Store

Medyanın muhalifi muvafıkı olmaz. Sosyal olsun matbu olsun, ne diyorlar podcast olsun, TV kanalı olsun nesnel olmak zorundadır; değilse ona bizim kitapta medya denmiyor, yandaş deniyor, havuzcu deniyor, devletçi, sermayeci, tarikatçı, partici deniyor. Öyleyse biz bu nesnelliği tartışmak, her türlü yanlış anlaşılmaya yer bırakmayacak bir şekilde netleştirmek zorundayız.

İktidar-muhalefet-devlet üçgeninde medya

Medya nedir? Kelimenin nereden geldiğine, etimolojisine bakmayın. “Modern” zamanlarımızın “yeniliğidir”; eskiden matbuat denilirdi, sonra basın oldu, gazeteler cerideydi, dergiler mecmua. Haydi, 1920’de kurulan Anadolu Ajansı ile radyoyu da ekleyelim, hepsi o kadar. Sonra hızla gelişti, serpildi. Sermayedarlar TV kanallarıyla piyasayı genişlettiler. Reklam sektörüyle medya çarpanı yüksek kârların kapısını açtı. Gazeteler kısa bir süre için yüz binlik tirajlarla ölçülmeye başlandı, motosikletli kuryelerle dağıtılan kimi “operatif projeler” milyon satmakla övünmeye, uydurmaya başladılar. Yasama, yürütme, yargının yanında “4. Kuvvet” denilen matbuat, siyasetin, siyasi şantajın etkili aracına dönüştü. Kendine “amiral gemisi” lakabını yakıştıran bir gazete de aynı zamanda “ana akım” olarak tescil ettirdi kendisini.

İki ifade de sorunludur, “amiral” askeri rütbedir, militer bir sözcüktür, bir gazeteyi anlatmak için tuhaf bir sıfattır. Gazete amiral gemisi oluyorsa devletle ilişkisi olması gerekmez mi? Öyle olmalı. Amiraller ordunun komuta kademesinde yer alırlar. Ordular da, (yalnızca 125 kişilik bir “ordusu” bulunan Liechtenstein ya da İsviçreli 100 askerden oluşan bir muhafız alayı olan Vatikan devleti istisnayı bozmaz) yargı, emniyet güçleri, mahkemeler, hapishaneler, daha bir dizi kurum ve kuruluşla birlikte devletin parçasıdır.

Kısacası askeri terimler bir sivil hizmet olan gazeteciliğe uymaz ama o gazeteye ve daha pek çok gazeteye uymadığını söyleyemiyoruz doğrusu. Çünkü zaten devletle sıkı ilişkisi ile anılan bu gazete, ülkeyi herkes için bir yurt olmaktan çıkarıp mülkiyetle tarif etmiş; “Yahu biz de varız, TC yurttaşıyız ama farklıyız, Kürt olabiliriz, Ermeni, Rum olabiliriz” diyenlere sık sık haddini bildirmeyi milli bir görev saymış; Ahmet Kaya’yı kaşık, çatal ve hakaret yağmuruna tutan “sanatçıları” alkışlayıp, “ayıp ettin gözüm” manşetiyle sürgüne yollamış bir başarı abidesidir bu “ana akım” ceridesi.

GAZETE PATRONU OLARAK DEVLET

Aslında devlet ile medya ya da matbuat arasındaki ilişki yeni değildir. Osmanlı’da gazetecilik 1831 yılında II. Mahmut tarafından kurulan Takvim-i Vekayi ile, yani devletle başlamıştır. Payitahtta neşriyata başlayan bu ceridenin ilk olmadığı ondan üç yıl önce, bir ara devlete isyan edep Kütahya önlerine kadar gelmiş Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın neşrettiği Vekayi-i Mısriyye olduğu da rivayet edilir. Fark etmez ikisini de devlet gazetesi saymak gerekir. Peki, bundan sonra çıkanlar devletten bağımsız mıdır ki? Değerli Ümit Alan’ın “Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı” adlı çalışmasında pek güzel anlattığı matbuatın gelişim hikâyesine ve de Ceride-i Havadis gazetesine de bakmak icap eder. Bu gazetenin sahibi İngiliz Morning Harald, gazetesinin payitahttaki muhabiri William Churchill nam gazetecidir ki, o zamanlar bağlık bahçelik olan Kadıköy’de avlanırken bir çocuğu yaralamış, bu nedenle tutuklanmış. Fakat o vakit yabancıları tutuklamak adetten olmadığı için skandal kopmuş, Hariciye Nazırı görevden alınmış, Churchill’e nişan verilerek, zeytinyağı ihraç hakkı ile birlikte bir de gazete çıkarma imtiyazı tanınmıştır. İşte Ceride-i Havadis de böylece matbuat dünyasının devlet sermayesi ile çıkarılan ilk özel teşebbüs gazetesi olarak tarihteki yerini almıştır.

Neyse uzatmayalım, devlet-medya ilişkisinin bizim memleketimizde köklü ve kolay kolay değişmez bir tarihi vardır. Özetle, gazeteler “iktidar yani devlet, muhalefet yani yine devlet” esası üzerine çalışmayı sürdürmüşlerdir. Özelikle sol eğilimli muhalif gazeteler ve gazeteciler epeyce çile çekmiş, istisnasız hemen her dönemde “matbuat kanun dairesinde hürdür” kaidesine uymadıkları gerekçesiyle Ankara “Hilton”da, Mamak’ta, şimdi lüks bir hotel olan İstanbul Sultanahmet ve Bayrampaşa’da, Maltepe askerisinde, Sincan’da, bu fakirin de yakından bildiği Silivri ve Kandıra’da, artık çok yaygınlaştığı için her yerde diyelim ağırlanmaya devam etmekte, Osmanlı döneminde başlayan yakın zamanlara kadar devam etmiş saldırılarla karşılaşmakta, katledilmektedirler.

ANA AKIM SAPLANTISI

“Ana akımın amiral gemisi” palavrasına dönersek, hiç değilse bir süre habercilik kapsamında inatçı muhabir ve yazarların barınabildiği gazete olmaktan çıkartılmış, el değiştirmesi sağlanarak daha pırpırlı bir gazeteye dönüştürülmüştür. Şimdilerde kalan gazetecileri de beşer onar kapı önüne tazminatsız koyarak hayatını idame ettirmeye gayret etmektedir ki, ne yapsın, kolay mı bu devirde gazete patronu olmak. Neden matbuatın bu nadide eseri üzerinde bu kadar duruyoruz? Şundan ki hâlâ bu cerideyi ana akım örneği olarak kabul edip ille de bir ana akım olacak, olmazsa gazeteciler nasıl kendilerine yakışır ücretlerle çalışacak bir yer bulsunlar nasıl çoluk çocuk sahibi olsunlar diye sorgu sual edilmektedir ki biz de bu ana akım sevdasını gazeteci milletine nasıl bıraktırsak derdindeyiz.

Özetleyelim; medyanın akıbetinin sistem olarak “matbu ve sosyal”, meşrep bakımından “muvafık ve muhalif” olarak parçalanmakla gayet belirsiz olduğu söylenmektedir.

Ama muhalif dedik diye yanlış anlaşılmasın, medyanın muhalifi muvafıkı olmaz. Sosyal olsun matbu olsun, ne diyorlar podcast olsun, TV kanalı olsun nesnel olmak zorundadır; değilse ona bizim kitapta medya denmiyor, yandaş deniyor, havuzcu deniyor, devletçi, sermayeci, tarikatçı, partici deniyor. Öyleyse biz bu nesnelliği tartışmak, her türlü yanlış anlaşılmaya yer bırakmayacak bir şekilde netleştirmek zorundayız.

Öyleyse önce şu devlet-iktidar-muhalefet üçlemesi karşısında gazeteciliğin durumunu, tutumunu netleştirelim. Yaygın “tarafsız -ne anlamsız bir söz- gazete” anlayışı “gazete her zaman her koşulda devletin yanında olmalıdır” anlayışıdır. Gazeteci gerçeği arar, bağımsızdır ama tarafsız değildir; iktidar, muhalefet ya da devlet ayrımı yapamaz; koşulsuz onay, destek veremez. Gerçek gazete, gazeteci her koşulda halkın, yoksulların, haksızlığa uğrayanların, (bu haksızlığa uğramış bir devlet de olabilir) yanında yer almak durumundadır. Bu koşullarda gerçeği ortaya çıkarmak için iktidara da, muhalefete de, devlete de muhalefet etmeyi ihmal etmeyecektir. Bu nedenle gazetenin gazetecinin nesnelliği haklı ile haksız arasında ortada durmak olarak tanımlanmamalıdır.

***

Peki, haklılığın haksızlığının bir ölçütü var mıdır. El hak vardır. İnsanlığın, daha çok sınıf mücadelesinin izlerini taşıyan tarihinin olumlu sonuçları inkâr edilmez, tartışmaya açık olmayan birikimi, ödün verilmeyecek, oya sunulmayacak kazanımları vardır; bu birikim, bu kazanımlar savunulduğunda, onlara sahip çıkıldığında iktidarların muhalefetlerin, devletlerin nerede durduğu da ortaya çıkar. Gazetecinin işi de işte orada netleşir. Gazeteci bu üçlünün ortasında durmak gibi bir kaygıya kapılmadan, sorumlunun, failin kim olduğuna bakmaksızın gerçeği ortaya çıkaracak, sorularını soracaktır. Ne, nasıl, neden, nerede, ne zaman, kim diye sormakta ısrar edecek, bu soruları “cinayet, bıçakla, kıskançlık, İstanbul’da, dün, Cabir” der gibi yoksullaştırmayacak, ayrıntılandıracak, derinleştirecek, iz sürecektir. Gazetecinin durduğu yeri yani nesnelliğini, failin, devletin, iktidar ya da muhalefetin verdiği yanıtlar ya da veremediği hesaplarla ilgili çabası içtenliği gösterecek; belgeler, kanıtlar da gerçeğin ne olduğunu, soruya yanıt arayanların nerede durduğunu ortaya koyacaktır.

Kötü bir yıldı 2020; 21’in mutluluk, sağlık, cesaret getiren bir yıl olmasını diliyorum.