Yerel yönetim seçimleri yaklaşırken, ülkemizin sorunları git gide derinleşiyor. Değerler yozlaşması ve çürüme bu sorunların başında geliyor. Peki yerel siyasetin bu konuda yapabileceği bir şeyler yok mu?

İnsan ve kültür

Türkiye yeniden seçim atmosferine girdi.  Ülke gündemini aday tartışmaları meşgul ederken, yerel düzeyde uygulanması düşünülen politikaların tartışıldığına pek tanık olmuyoruz. Ülkemiz uluslararası uyuşturucu kaçakçılığının, kara paranın merkezlerinden biri olurken, çürüme yukardan aşağı bütün ülkeye hakim olmuş durumda. 1950’lerden başlayarak ‘Küçük Amerika’ olma hedefi doğrultusunda ilerleyen sağ iktidarların kamucu politikaları tek ederek izlediği neoliberal politikalar sonucu, köşeyi dönme, kolay para kazanma hevesi insanımızın temel karakteristiği haline geldi. Çeyrek yüzyıla yaklaşan AKP döneminde bu gidişatın daha da hızlanmasına tanık olduk. Demokrasinin temeli olan kültürel çoğulculuğu hazmedemeyen siyasi iktidar, kayyumlar ve yasaklar aracılığı ile ‘Tek din, tek dil, tek şef’ politikasını dayatıyor.  Milli Eğitim politikamızı temelden değiştirmeye yönelik adımlar art arda geliyor. Dindar ve kindar kuşaklar çoktan yola çıktı. Akademinin geldiği nokta ise içler acısı.  

Peki ya sanatımız?  

Devletin en üst kademesinden gelen yakınmalar haksız değil. Ordudan yargıya her tarafı ele geçirmelerine karşın, sanat dünyasında egemenlik kuramadığını itiraf eden siyasi iktidar bu alana ilişkin yeni önlemler almaya çalışıyor ama sarayın sanatçılarının sayısı bir türlü artmıyor. Gerçek sanatçıları yalnızlaştırıp, popüler ‘figür’leri öne çıkararak, halkın sanatla ilişkisini sıfıra indirgeme telaşındalar. Bunda da başarılı olduklarını görmezden gelemeyiz. Eğitim sisteminde kültür-sanat derslerini yok denecek düzeye indirip, kültürsüz bir gençlik yetiştirmeyi hedefleyen gerici zihniyet kitle iletişim araçlarında sağladığı hakimiyetle insanımızı Latin Amerikan dizilerine özenen yapımlarla baş başa bırakıyor. Halkımızın sanatla ilişkisi ne yazık ki bu dizilerle sınırlı artık. 

Bunun bir genelleme olmadığını, nitelikli sanat ürünlerini talep eden, ekonomik koşulları elverdiği sürece onları izlemeye çalışan bir küçük azınlığın her zaman var olduğunu anımsatmama gerek yok herhalde. Ama ne yazık ki, bu kitle sanat dünyamızın ana damarını besleyebilecek sayıda değil. Dolayısıyla, büyük sermayenin kanatları altındaki bir-iki merkezin dışında üretimlerini sürdüren sanat emekçileri ayakta kalma mücadelesi içinde. Özel tiyatrolarımızdaki, sinemalarımızdaki ürünlere baktığınızda bu acıklı gerçeği görebilirsiniz. Ucuz komedilerden geçilmiyor. Şunu herkesin bilmesi lazım: seyircisi, alıcısı olmayan sanat alanlarının süreç içinde yorulması, yozlaşması, genel-geçer değerlere teslim olması ya da saha dışına itilmesi kaçınılmaz.  Sanatçının düş kırıklığı yaşamaması için, onu algılayacak, sahip çıkacak bir seyirci kitlesine ihtiyacı var. Seyirci yetiştirmeden sanatçı yetiştirmenin boş bir çaba olduğunu anlamanın zamanı hala gelmedi mi? 

Dünyanın başka köşelerinde de sağ iktidarlar, popülist liderler yükselişte. Tüketim kültürünün yayılmacılığına karşı durmak kolay değil… Ama ne sanatçılarda aynı yılgınlığı görüyoruz, ne de izleyicilerin düzeyi bizdeki kadar irtifa kaybediyor. Nedenini sorarsanız, önce tarihe bakabiliriz. Yüzyıllara uzanan bir aydınlanma birikimi kolay tüketilmiyor. Sanata saygı, Batı toplumlarında genel bir kabul görmekte. Siyasi iktidarlar değişse de eğitim sistemiyle, sanat kurumları ile bizdeki gibi oynanmıyor. Merkezi otorite ve yerel yönetimlerin sivil toplum kuruluşları ile el ele vererek halkın kültürel düzeyini yükseltme çabasında kökten bir değişiklik olmuyor. Medyada sanata ayrılan yer bizdeki ile kıyaslanmayacak düzeyde. Anaokulundan başlayarak çocuklara sanat kültürü ve sevgisi aşılanıyor… Bu toplumlarda yetişen genç kuşaklar, zamanın ruhuna uyum sağlasa da, temel değerlerini yitirmiyor. O yüzden onların gençleri Filistin için, insan hakları için meydanları, caddeleri doldururken, bizimkiler sokağa Cola dökerek protesto eylemi gerçekleştirdiğini sanıyor.    

Dönüşümü beklerken 

Önceki akşam İzmir’de TAKSAV’ın ‘Dönüşüm’ temalı 11. Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali’nin açılışında Emek Ödülü’nü alan sevgili Erdal Özyağcılar’ın konuşmasında ‘Z Kuşağı’nı eleştirmesine hak vermemek elde mi? “A’yı, B’yi, C’yi, D’yi bilmeden Z’ye gelen” bu kuşağın içine düştüğü bunalıma kim çözüm getirecek?  Kim yetiştirecek bu gençleri? İnsanımızın geleceğini kurtarmak için kim çaba gösterecek? Törende Onur Ödülü’nü alan bir başka arkadaşım Nazan Kesal da tiyatronun önemini vurgulayan güzel sözler söyledi. Ne yazık ki, halkımız bu iki değerli sanatçıyı televizyon dizleri ile tanıyor. Onların sahnelerde ve beyazperdede oynadıkları o güzelim rollerden kaç kişi haberdar? 

Siyasi iktidarın sanattan ve sanatçıdan beklentisini bu satırları okuyan dostlara anlatmama gerek yok. Oradan bir medet olmadığına göre, bu durumu değiştirmek için yüzümüzü muhalefete dönmemiz gerekir herhalde. Muhalefet partilerinin hangisinin -genel ifadelerin dışında- ayrıntılı bir sanat ve kültür politikası var? Özellikle, büyük kentleri elinde tutan CHP’den bunu beklemek hakkımız değil mi?  Dün, CHP TBMM Grubu Çalışma ve Değerlendirme Toplantısı yaptı. Yerel seçimlere ilişkin bazı ilke kararlarının alındığı bu toplantıda kültürden, sanattan tek kelime ile söz eden çıktı mı acaba? AKP’yi iktidarda tutan temel gücün sistemli bir ‘kültürsüzleştirme’ politikası olduğu bilinmiyor mu? CHP’nin Bilim-Kültür-Sanat Platformunda Sanatın adı var ama sanat alanından tek bir kişi yok. Neden acaba? Bir dönem CHP’nin bir Kültür-Sanat Platformu vardı, yok edildi. Kemal Kılıçdaroğlu’na bu konu tekrar tekrar anımsatıldığı halde duymamış gibi yapıldı. Neden acaba? Yüzü sola dönük sanatçılardan çekinildiği için mi? Yoksa her zaman olduğu gibi kültüre, sanata sıra gelmediği için mi? Nasılsa birkaç popüler isme konser verdirir, sanat sevgimizi gösteririz diye düşünüldüğü için mi? 

Yerel seçimlere hazırlanan bir partinin tutarlı bir kültür ve sanat politikasına ihtiyacı vardır. Popülizmle sanat birbirine karıştırılırsa, iyi bir insan, iyi bir yurttaş, nitelikli bir seçmen yetiştirmekte yaya kalınacağını neden anlamıyoruz? Yerel yönetimlere düşen pek çok görev var bu alanda. Hızla ayrıştırılan bir toplumda, bütünleştirici öge olarak evrensel insani değerlerden medet ummak gerekir. Farklı kültürlere saygı duymayı, ötekileştirmenin sakıncalarını, uyuşturucunun zararlarını panellerle anlatmak işe yaramaz. İzleyicinin yüreğine dokunan oyunlarla, kitaplarla, filmlerle çok şey anlatabilirsiniz. Yeter ki, sanatın eğlenceden ibaret olmadığını kabul edelim. 

Yerel yönetimlere düşen en önemli görevlerden biridir ‘sanat kültürü’nü yaygınlaştırmak. Galeriler, müzeler, tiyatro ve sinema salonları (genellikle nikah salonu olarak kullanılan ‘çok amaçlı’ kültür merkezleri değil!), kütüphaneler açarak sanat ürünlerinin izleyici/okur ile buluşmasını sağlamak, bu mekanlarda sanat üretecek sanat emekçilerine destek olmak, halkın bu ürünlere ulaşımını kolaylaştırmak, uygun bilet fiyatlarıyla gençleri sanat izleyiciliğine alıştırmak (tüketiciliğine de diyebilirdim ama sanatın bir tüketim değil üretim olduğuna inandığım için izleyici ve okur demeyi yeğliyorum), sanata ilişkin temel yayınlar yaparak halkın genel kültür düzeyinin yükselmesine katkı sağlamak bu görevlerden yalnızca birkaçı.  

Yerel yönetimlerimiz içinde, İstanbul, İzmir, Eskişehir gibi büyükşehirlerimizin yanı sıra, Adana’nın Çukurova,  Antalya’nın Muratpaşa, Eskişehir’in Tepebaşı, Bursa’nın Nilüfer, İzmir’in Selçuk ilçeleri dışında çok az belediye başkanının bu alanda başarılı bir sınav verdiğini söyleyebilirim. Dileyelim ki, CHP yönetimi yeni başkanları belirlerken, sanata saygısı ve sevgisi ile öne çıkan isimlere ağırlık verir. Farklı ilçelerde aday adayı olan sanatçı ve gazeteci dostlara iyi şanslar dileyerek ve yaşamları boyunca sözünü ettiğim değerler için mücadele vermiş iki değerli sanatçı, Metin Uca ve Can Gürzap’ı anarak bitirelim.