Şiddetin tavan yaptığı dünyamızda yaşanan bir Kurban Bayramı’nda hayvanların dünyasına sanatçıların gözünden bakmaya ne dersiniz?

İnsanlar ve hayvanlar

“İnsan vicdanı istatistiksel mi çalışır, anlık mı?
Bir canlıyı sinek mi daha iyi temsil eder, inek mi?
Diğer canlıları yemeye karar veren insanoğlu, kendi türünü de yer mi?
Buna önce kendini mi inandırır, etrafındakileri mi?
Kasap vicdanları mı doyurur mideleri mi?
Akla mı yatkınlık, lezzete mi?”

Bu sözcükler bir tiyatro metninin özeti… Geçenlerde İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanan Halil Babür’ün “Kasap” adlı oyununun… Oyunu beş-altı yıl önce ‘İkinci Kat’ adlı sahnede izlemiştim. Belleğimi tazelemek için internette dolaşırken, Gamze Güzel’in yazdığı ‘ekofeminist’ açıdan oyunun eleştirisine rastladım. Türcülük, ırkçılık ve sınıfsal ayrımcılığa ilişkin önemli göndermeler içeren “Kasap” oyunu, çevresel bir felaket sonucu, hayvanların yok olduğu bir dünyada protein ‘et yeme ihtiyacı’nı karşılamak için insan eti yenmesinin tartışmaya açılmasını konu alıyor.

Ülkenin Tarım ve Hayvancılık Bakanı, insan etinin yenilebilirliği tezini savunmaktadır ve konu halkoyuna götürülecektir. Bakan bey, referandum sonucunu beklemeden bir kasap dükkânı açmış, burada çalışmak üzere iki kişiyi işe almıştır. Kesilecekler, toplumsal hiyerarşinin en alt basamaklarından, otorite tarafından en kolay feda edilecek, yoksul veya dezavantajlı kesimlerden insanlar arasından seçilecektir… Gamze Güzel’in oyunu ‘ekofeminist’ açıdan yorumlaması gerçekten ilginç. Adams’ın “Etin Cinsel Politikası” kitabından yaptığı alıntıda, Bashevis Singer’in insan ırkının bu yaklaşımını bir kendini beğenmişlik olarak yorumlayan şu sözlerine yer verir: “Diğer yaratıklara karşı tavırları söz konusu olduğunda bütün insanlar Nazidir. İnsanın diğer türlere istediğini yapabileceği gibi kendini beğenmişlik, aşırı ırkçı teorileri ve güçlü olanın haklı olduğu prensibini anımsatır”. Bir Kurban Bayramı günü bu tezi okursanız, kurban eti yemekten vazgeçebilirsiniz, belki de vejetaryen ya da vegan bir yaşam biçimine yönelmeniz için uyarıcı da olabilir. Zaten günümüzün fiyatlarıyla kim kurban kesebilir, hatta kim et yiyebilir o da başka bir mesele…

HAYVAN ÇİFTLİĞİ

Sözün burasında, insan-hayvan ilişkisi üstüne yazılmış en önemli alegorilerden biri olan “Hayvan Çiftliği”ne değinmeden olmaz. Batı toplumunda anti-komünist bir yapıt olarak göklere çıkarılan George Orwell’in yapıtının bu denli basite indirgenmesi kabul edilebilir bir şey değil. Kitabı ilk kez dilimize kazandıran Halide Edip Adıvar’ın vurguladığı gibi “çiftlik memurlarının hayvanların yem saatlerini unuttukları gün ihtilalin patlaması üzerinde durulacak bir noktadır”. Bir hayvan çiftliğinin yönetimini ele geçirerek özgürlüklerine kavuşan hayvanların giderek otoriterleşen ‘domuz’ların yönetiminde yaşadıklarını anlatır Orwell. Kitabın finalinde yönetimdeki domuzlarla çiftlik sahiplerinin anlaşması faşizmle işbirliği yapan sermayeyi temsil eder. Elbette, Rus halkını özgürleştirmek, eşitlikçi bir toplum düzeni kurmak için Sovyet ihtilalini gerçekleştiren devrim liderlerinin giderek otoriterleşen tavırlarını eleştirirken, kapitalizmin sömürü mekanizmasına dikkat çekmekten geri durmaz. “Hayvan Çiftliği”ni günümüz Türkçesiyle yeniden çeviren Celal Üster, “İnsanların yönetiminden nerdeyse daha baskıcı ve acımasız bir diktatörlük kurdukları Hayvan Çiftliği’nin iki uçlu bir yergi mızrağı taşıdığını düşünüyorum” demektedir.

Celal Üster, kitabın sunuş yazısında bu düşüncesini biraz daha açar: “Orwell’in Batı’nın siyasal düzenlerini savunduğunu söylemek çok zordur. Kimi yorumcular ‘Hayvan Çiftliği’nin yönetimini ele geçiren domuzlarla işbirliği yapan, tecimsel ilişkiler kuran iki ‘insan’dan, Foxwood Çitliği’nin sahibi Bay Pilkington’un kapitalist İngiltere’yi, Pinchfield Çiftliği’nin sahibi Bay Frederick’in de Nazi Almanyası’nı temsil ettiğini bile söylemişlerdir. Bu yorum biraz zorlama gibi görünse de, Orwell’in, tüm yapıtını, çiftliklerdeki ‘insan düzeni’nin, yani kapitalizmin değiştirilmesi gerçeğinden yola çıkarak kurguladığı açıktır. Kitabın sonunda sunulan, domuzlar ile insanların aynı masanın çevresinde zaferlerini kutladıkları sahne, dünya yazınının en çarpıcı sahnelerinden biridir”.

“Hayvan Çiftliği” sanatın başka alanlarında da yorumlanmıştır. 1954 yılında John Halas ve Joy Batcheleor kitabı bir canlandırma (animasyon) filmi olarak beyaz perdeye aktarmış, 1999 yılında da John Stephenson’ın yönettiği, gerçek hayvanların oynatıldığı ve ünlü oyuncuların seslendirdiği bir sinema filmi yapılmıştır. İlk kez ünlü İngiliz yönetmen Peter Hall tarafından tiyatroya uyarlanan Orwell’in yapıtı, geçen yıllarda Altıdan Sonra Tiyatro ve D22 ortak yapımı olarak Yiğit Sertdemir’in başarılı rejisiyle sahnelerimize de taşındı.

SAVAŞA ÇÜŞŞ!

Hayvanlar alemini masallar aracılığı ile tanıyan (bir de hayvanat bahçeleri var tabii, ama keşke olmasalar) bizim kuşak, “Ali Baba’nın Bir Çiftliği Var… Çiftliğinde hayvanları var…” şarkısıyla büyütüldü. İnsanın hayvanlar dünyasına üstünlüğünü, egemenliğini daha küçük yaşımızda belleğimize kazıyarak. Sonra Barış Manço’nun “Arkadaşım Eşek” şarkısı girdi hayatımıza, insanların eşekliğini anımsatırcasına… Daha sonraları “Haftalık paldırkültür dergisi Hayvan”ın kapağında pardesüsünü sıyırıp “Savaşa Çüşş!!” yazısını gösteren Bahadır Baruter imzalı boğa karikatürünü hâlâ saklarım. Haldun Taner’in politik tiyatro oyunlarından “Eşeğin Gölgesi” Haldun hocayı tanımamıza vesile oldu.

Hayvanlar dünya sanatında farklı amaçlarla, farklı biçimlerde temsil edildiler. Kimi zaman bir ‘öteki’, kimi zamansa bir dost olarak. Plastik sanatlar, hayvanlar saygı duyulacak, kimi zaman tapılacak nesneler olarak tasvir etti hayvanları. Tanrı işlevi üstlenen Mısır kedilerinden, Avrupa krallarının haşmetini vurgulayan aslan heykellerine sayısız yapıt. Ressamların tuvallerinde çoğunlukla bir sevgi nesnesi, bir dost olarak yansıtılan kediler ve köpekler, halk resimlerindeki tavus kuşları, ceylanlar bunlardan yalnızca birkaçı. Günümüzün gözde mecrası resimli romanlardan da eksik olmadı hayvanlar, vahşisiyle, evciliyle… Çocuk kitaplarının vazgeçilmezi oldular. Grimm Kardeşler’in “Fareli Köyün Kavalcısı”, “Bremen Mızıkacıları” gibi masallarından Behiç Ak’ın “Havva ile Kaplumbağa”sına yüzlerce kitap adı sayabiliriz. Çocuklar kadar büyüklere de seslenen, hayvan karakterleri aracılığı ile insanın dürtülerini, hırslarını, acınası yanlarını eleştiren Aisopos (Ezop)’un fabl’leri, La Fontaine Masalları bu alanın klasikleri olarak kuşaktan kuşağa aktarılmakta. Tıpkı, Aristofanes’in başyapıtı “Kuşlar” oyunu gibi…

Ortaçağın en önemli düşünürlerinden Michel de Montaigne, “Hayvanlara Övgü” kitabında, “Doğa bize genel yasaları açısından herhangi bir ayrıcalık tanımamıştır… Birçok hayvan güzellikte geride bırakır bizi” demiştir, bazı hayvanları kötülüğün bir simgesi olarak gören kiliseye tepki olarak. 20. yüzyılın ünlü zoolog ve yazarı Desmond Morris, Hayvan-İnsan Sözleşmesi”, “Çıplak Maymun” gibi kitaplarıyla hayvanların eşsiz dünyasını tanıtmıştır. Günümüz edebiyatçıları ve sinemacıları arasında hayvan sevgisi ile büyümüş, bu sevgiyi yapıtlarına aktarmış çok sayıda yazar ve yönetmen var. Bu yazının sınırlarına sığmayacak kadar çoklar. Belki başka bir yazıda...

İnsanlık, hayvanlara karşı üstünlüğünü vurgulamaktan vazgeçmiyor. Boğa güreşlerinden deve güreşlerine, kültürel gelenek gerekçesine sığınarak turistik bir gösteriye dönüştürülen vahşet durdurulamıyor. Antik çağlardan bu yana süregelen kurban geleneği de İslam dininin emri olarak sürdürülüyor. Günümüzde yoksullara destek vermenin başka yöntemleri olmasına karşın… En iyisi, inançlı yurttaşlarımızın ‘Bayram’ını kutlayarak noktalayalım bu yazıyı…