74. Berlin Film Festivali’nde yarışmaya seçilen 20 filmden İran yapımı “En Sevdiğim Pasta”nın yönetmenlerinin yurtdışına çıkışları yasaklansa da gösterim oyuncuların katılımıyla gerçekleşti.

İran’da sinema direniyor

Sinema sanatının belki de en güçlü yanı gerçekleri tüm yalınlığı ile izleyicinin karşısına getirmesi. 

İşte bu yüzden totaliter rejimlerde yöneticilerin sinemacılarla arası pek hoş değildir. Sanatçının yaşadıklarını özgürce ifade etmesini engellemek için türlü yollar denerler; korkutmak, korkmayanı hapse atmak, en azından çalışma olanaklarını elinden alarak aç bırakmak vb… Bunlara direnmek kolay değildir. Bu yüzden rejimle aralarını iyi tutmaya çalışanlar her zaman çoğunluktadır. Etliye sütlüye dokunmayan komediler, ya da ‘sanat filmleri’ yaparak sektörde varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Bir kısmı ise rejime sadakatlerini göstermek için kollarını çoktan sıvamış, ‘devletin/partinin sanatçısı’ oluvermiştir; onların önünde tüm kapılar açılıverir… Boyun eğmeyenlerin önündeki kapılar ise kapanıverir.

İste, Berlin Festivali’nin bu yılki seçkisinde yer alan İran filmi “En Sevdiğim Pasta”nın genç yönetmenleri Maryam Moghaddam ile Bektaş Saniha’nın başına gelen de bu oldu. Güçlükle tamamladıkları filmi Berlin’e ulaştırıp, festivalden de olumlu yanıt aldıklarında hemen bir dava açılıverdi. Ardından da, mahkemenin devam ettiği gerekçesiyle pasaportları ellerinden alındı ve festivalden filmlerini çekmeleri istendi. Ne var ki yönetmenler bu isteğe uymadılar. 70 yaşlarındaki iki yalnız insanın buluşmasını anlatan filmde rejimi rahatsız eden birkaç sahne vardı. Genç kadınların başları açık olduğu için ‘ahlak polisi’ tarafından götürülmesi, iki yaşlı insanın şarap içmesi, dans etmeleri ve yıllar sonra cinselliklerini yaşamaya niyetlenmeleri gibi… Filmin başrolündeki yaşlı kadının evde ‘hicap’ giymemesi de bir sorun olsa gerek! 

Sinemanın büyüsü 

“En Sevdiğim Pasta” Berlin’de alkışlarla karşılandı. İran sinemasının birbirine benzeyen, sakıncasız sularda dolaşan sanat filmlerinden çok farklı bir filmdi bu; tabu konulara dokunma cesareti gösteriyordu. Filmin basın toplantısına iki yönetmen katılamadı ama başroldeki iki oyuncu, aynı zamanda bir yazar ve çevirmen olan Lily Farhadpour ile deneyimli oyuncu İsmail Mehrabi gelebilmişti. Masada oyuncuların yanında iki yönetmenin fotoğrafı duruyordu. Oyuncular yönetmenlerin gönderdiği mesajı okuyup, soruları yanıtladılar. Meryem ile Bektaş, filmlerinin dünya prömiyerine katılamamaktan duydukları üzüntüyü “yeni doğmuş çocuklarına bakmalarının engellenmesi” olarak nitelendirerek, “Üzgünüz, yorgunuz, ama yalnız olmadığımızı bilmek bizi güçlendiriyor. İşte, sinemanın büyüsü bu… Bizi buluşturuyor” diyorlardı. 

İki yönetmenin seyircilere, basına ve festival yöneticilerine hitaben yazdıkları mektup şöyle devam ediyor: “Özgürlükten, ülkemizin yitirdiği bir hazineden söz eden filmimizi sizlerle birlikte izlememiz yasaklandı. Uzun yıllar boyunca İranlı sinemacılar kısıtlayıcı kurallar içinde çektiler filmlerini; kırmızı çizgilere boyun eğerek. Boyun eğmediklerinde, yıllar süren mahkemeler, yasaklamalarla karşı karşıya kaldılar. Acı dolu bir deneyimdi yaşadıklarımız. Bu durumda bile, İranlı sinemacılar olarak ülkemizin gerçeklerini beyazperdeye taşımaya gayret ettik. Ama, bu gerçekler sansürün farklı katmanları tarafından çoğu kez yok edildi ya da çarpıtıldı. İnanıyoruz ki, çarşaf (hicap) giyme zorunluğu gibi katı kurallar altında İranlı kadınların gerçeğini anlatmanın mümkün olmadığına inanıyoruz. Kırmızı çizgiler, kadını tüm varlığı ile anlatmamızın önüne geçiyor. Bu kez bu çizgileri reddedip, İslamcı Devrimden bu yana İran sinemasında yasaklanan gerçek imgeleri, İran kadının resmini ortaya koymak istedik; sonuçlarını göze alarak.”     

Yönetmenler, “En Sevdiğim Pasta”nın (Keyke mahboobe man) yaşama bir övgü olduğunu belirterek, İran’daki orta sınıf kadınların gündelik yaşamlarını gerçekçi biçimde yansıtarak, ‘altın yıllar’ını yaşamakta olan bir kadının yalnızlığını ve yaşamın kısa süren mutlu anlarını beyazperdeye taşımak istediklerini belirttikten sonra, “İnanıyoruz ki, bir gün gelecek bu filmi ülkemizde, kendi insanlarımıza da gösterebileceğiz… O gün, İran sineması ve İran halkı için bugünden çok farklı olacak. O günün çok uzak olmamasını diliyoruz” dedikten sonra sözlerini şu cümlelerle tamamlıyorlardı: “Bu ilk gösterimi, toplumsal değişim için mücadele eden, fosilleşmiş inançların oluşturduğu duvarların yıkılması ve özgürlük için canlarını feda eden ülkemin onurlu ve cesur kadınlarına ithaf ediyorum.” 

Filmin dünyanın dört bir yanında -elbette İran rejiminin sözünden çıkmayan ülkeler dışında- gösterime girmesi, İran’da kadına yönelik baskıların ve İran kadınına ilişkin klişe imgelerin sorgulanmasına yol açacak hiç kuşkusuz. Ama film politik mesajının yanı sıra, belirli bir yaşın üzerindeki insanların dünyasına, hiç tükenmeyen sevme ve sevilme ihtiyacına yaptığı vurgu ve bu duyguları mükemmel bir biçimde yorumlayan iki oyuncunun başarısı ile de sinema dünyasında yankılanacak. Bazı ülkeler için de uyarıcı bir işlevi olacaktır. 

Dünyaya açılan pencere 

Berlin Film Festivali’nin dünyanın önde gelen üç festivalinden biri olduğunu yazmıştım. Kentin 28 sinemasında binin üzerinde gösterim gerçekleştiren (film pazarındaki gösterimler hariç) festival, izleyici sayısı açısından dünyanın bir numarası. En önemli özelliklerinden biri de, dünyanın dört bir yanındaki kültürleri dikkate alması. Festival kataloğun sunuş yazılarından birini kaleme alan Kültür ve İletişim Bakanı Claudia Roth, ünlü ressam Paul Klee’den bir alıntı ile başlıyor yazısına: “Sanat görünür olanı yeniden yaratmaz, onu görünür kılar”. Ve ekliyor, “Birbirimizi anlamaya çok ihtiyacımız olan şu günlerde, festivallerin diyaloğu ve kültürel alışverişi geliştirmek gibi bir görevi olduğunu düşünüyorum”. Diğer sunuş yazısı ise Berlin Belediye Başkanı Kai Wegner’in imzasını taşıyor. Sinemanın toplumsal değerine ve kültürel çeşitliliğe verdiği önemi vurgulayan Bakan, festivalin “1951’den bu yana ‘özgür dünyanın penceresi’ olarak her zaman toplumsal ve siyasal tartışmalara açık olduğunu” söylüyor. 

Bu sözlerin, festivalde İsrail’in boykot edilmemesine tepki duyanlara bir yanıt olduğu açık. Festival yöneticileri de, festivalin İsrail saldırısını protesto etmemesi nedeniyle yan bölümlerden birinde yer alan iki filmin geri çekilmesini üzüntüyle karşıladıklarını, festivalden sansürcü bir yaklaşımı beklenmemesi gerektiğini belirtmişlerdi. ‘Özel Gösterimler’ bölümünde yer alan İsrailli yönetmen Amos Gitai’nin İsrail-Fransa-İsveç ortak yapımı olarak gerçekleştirdiği, Ionesco’nun “Gergedan”ının serbest bir uyarlaması olan, otoriter sistem eleştirisi “Shikun” filmini merakla bekliyorum.  

Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle bazı festivallerde Rus filmlerine boykot uygulanmasının yanlışlığı kısa sürede anlaşılmıştı. Berlin’de, tüm filmlerinde barıştan yana bir tutum sergilemiş olan İsrailli bir yönetmene söz hakkı tanınmasında yadırganacak bir şey yok bana kalırsa. Üstelik, Berlin’i diğer festivallerden farklı kılan bir özelliği var: Yahudi soykırımının Naziler (sonuçta Almanlar) tarafından gerçekleştirilmiş olması. Bu nedenle anti-semitik bir tavırdan özenle kaçınmaları anlaşılır bir şey.                 

Mikrokozmos olarak mutfak 

Berlin’de izlediğim bir başka önemli yapım, Meksikalı yönetmen Alonso Ruizpalacios’un “Mutfak”ı da bir uyarlama. İngiliz yazar Arnold Wesker’in “Mutfak” oyunundan… Yiyecek endüstrisinin öteki yüzünü sergilerken, Manhattan’da büyük bir restoranın mutfağında çalışan, kimi kaçak, kimi göçmen farklı kültürlerden işçilerin dünyasını çarpıcı bir sinema diliyle aktarıyor. “Mutfak”, kapitalizmin kurumsal yapısına ilişkin bir metafor oluşturuyor. Başrollerinde Meksikalı oyuncular Raul Briones Carmona, Ana Diaz’ın yanı sıra ünlü Amerikalı oyuncu Rooney Mara’nın yer aldığı film, yarışmanın politik filmlerinden biri.  

Açılış filmi olan, aynı zamanda Yarışma seçkisinde de yer alan Tim Mielants’ın yönettiği başrolü Cillian Murphy’nin üstlendiği “Bunlar Gibi Küçük Şeyler” (Small Things Like These), Katolik kilisesine bağlı bir çamaşırhanede insanlık dışı uygulamalara maruz kalan işçilerin dramına “Magdelena Kızkardeşleri” filminden aşinayız. Bu toplumsal drama farklı bir açıdan yaklaşan yönetmen, tıpkı “Oppenheimer”da olduğu gibi bir adamın iç hesaplaşmasını konu almış. Yarışmanın politik temalar içeren yapımlarından, Alman yönetmen Andreas Dresen’in Nazi döneminden bir direniş öyküsü anlattığı “Hilde’den Sevgilerle” ve Senegalli Mati Diop’un Dahomey Krallığı’nın (şimdiki adıyla Benin) hazinelerinin Fransız sömürgecilerince ele geçirilmesini anlattığı “Dahomey” filmlerini merakla bekliyorum. Haftaya onlardan da söz ederiz.