Google Play Store
App Store

1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nü pandemi yasakları içinde kutlarken, beyazperdeye yansıyan işçi sınıfından manzaralara bir göz atabiliriz; şu günlerde devam eden film festivallerinde gösterilen filmler aracılığıyla.

İşçi sınıfına selam

Pandemi nedeniyle en fazla kayıp veren toplum kesiminin işçi sınıfı olduğu bir gerçek. Sözde ‘tam kapanma’yı yaşadığımız şu günlerde, fabrikalar ve tüm işyerleri tam kapasite çalışmaya devam ediyor. Kapanmadan nasibini alan yeme-içme-eğlence sektörleri ile kültür-sanat sektörünün emekçileri ise, neredeyse bir yıldır çalışamıyor; yaşamlarını sürdürmeleri için gereken desteklerden muaf olarak. Bu koşullarda, işçi sınıfının sorunlarından söz etmeyip de neden söz edeceğiz?

1 Mayıs 1886 yılında ABD ve Kanada’daki işçi sendikalarının çağrısıyla 350.000 işçinin greve gitmesini, polisin işçiler üzerine ateş açması ve sekiz saatlik iş günü mücadelesine önderlik eden dört işçinin idam edilmesi izlemiş, Uluslararası İşçi Birliği’nin 1889’da Paris’teki kongresinde alınan kararla, 1890’dan başlayarak 1 Mayıs Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü olarak kutlanmaya başlanmıştı. Ülkemizdeki ilk 1 Mayıs kutlaması, 1905 yılında İzmir’de yapılmış, 1910 yılından başlayarak İstanbul’da da kutlanmaya başlamıştı. DİSK’in 1976’deki görkemli Taksim mitingini ve ertesi yıl yaşanan katliamı yaşamış bir kişi olarak, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı’nı özgürce kutlayacağımız günlerin özlemi içinde, sözü işçi sınıfı mücadelesinin sanattaki yansımalarına getirmek istiyorum.

SINIF VE KÜLTÜR

1 Mayıs’ın kitlesel biçimde kutlanmasının bu kez pandemi gerekçe gösterilerek engellenmesi sonucu, sanal ortamda yapılan etkinlikler öne çıktı. Cuma günü başlayan, “1 Mayıs Nehir Forumu” bugün üçüncü gününde ‘Sınıf ve Kültür’ başlığı altında yapılacak üç oturumla kapanacak. Saat 17’den itibaren ‘ Mukavemet TV’ adlı internet sitesinden izleyebileceğiniz oturumlar ‘Sınıf ve Sinema/Tiyatro’, ‘Sınıf ve Müzik’, ‘Edebiyat, Renkler ve Çizgiler’ başlıklarını taşıyor. İzlenmesini öneririm. İşçi sınıfının temsili, sinemaya oranla edebiyat ve tiyatroda daha yoğun. Sahne tasarımı yaptığım yıllarda, A.S.T’da İsmet Küntay’ın “403. Km”, Çağdaş Sahne’de sendikacı dostumuz Fehmi Işıklar’ın “Grev” oyunlarında çalışmış, işçi sendikaları ile devrimci tiyatrolar arasındaki verimli diyalog ve işbirliğine yakından tanık olmuştum. İşçi sınıfı mücadelesinde sanat emekçilerinin rolünden söz ederken, Gorki’nin “Ana”sının Rutkay Aziz tarafından A.S.T’da sahnelenişinde Sarper Özsan’ın yaptığı sahne müziğinin sonraki yıllarda ülkemizde ‘1 Mayıs Marşı’ olarak kullanıldığı da unutulmamalı. DİSK Başkanı sevgili Arzu Çerkezoğlu’nun sanata ilişkin duyarlığını bildiğimden, bu alanda yeni atılımlar beklemekteyim. Siyasal iktidar, pandemi sürecinde -her anlamda- en fazla zayiat veren kesimlerden sanat emekçilerine desteğini esirgerken, sendikaların bu alana destek çıkması anlamlı olur kanısındayım.

BEYAZPERDEDE EMEKÇİLER

Tam bir yıl önceki (2 Mayıs 2020) köşe yazımda, sinemada işçi sorunlarını ele alan filmlerden söz etmiştim. Bu kez, orada değindiğim filmleri yinelememeye çalışarak, sinemada işçi sınıfının temsiline ilişkin örnekler vermek istiyorum. Dünya sinemasından en yeni örneklerle başlayalım. Son Oscar töreninden En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu ödülleri ile ayrılan Chloé Zhao’nun “Nomadland”i bu konuda en iyi örneklerden biri. Göçmen bir ailenin kızı olan Zhao, Amerika’daki ekonomik buhranın etkisi ile evlerini kaybeden, karavanlarda yaşayan, kısa dönemli işlerde çalışarak yaşamlarını sürdürmeye çalışan emekçilerin dünyasını belgesele yakın bir gerçekçilikle aktarıyor. Amerikan bağımsız sinemasından gelen bu dürüst yapım, tek örnek değil elbette. Martin Ritt’in, gerçek bir hikâyeye dayanan 1979 tarihli filmi “Norma Rae”, bir madenci kasabasında, cesur bir kadın işçinin önderliğinde gerçekleşen bir grevi konu almıştı. Film, Sally Field’e En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandırmıştı, ama Akademi’nin o günkü muhafazakâr yapısıyla daha büyük bir ödül beklenemezdi. Çünkü, Hollywood’un işçi sınıfı mücadelesine bakışının muhafazakâr bir çizginin ötesine geçebilmesi mümkün değildi. Büyük stüdyoların bu temaya yaklaşımı ideolojik angajmanları ile sınırlıydı.

isci-sinifina-selam-871299-1.

Hollywood’un işçi sınıfına bakışının tipik örnekleri arasında, Elia Kazan’ın “Rıhtımlar Üzerinde”, Paul Schrader’in “Mavi Yakalılar”, John G. Avildsen’in “Rocky”, John Badham’ın “Cumartesi Gecesi Ateşi”, Garry Marshall’in “The Flamingo Kid“ini sayabiliriz. Bu filmlerdeki ‘sarı’ sendikacılar kendi çıkarlarına çalışırken, işçiler sınıf atlama tutkusu ile yanıp tutuşur… İşçileri, örgütlü mücadele yerine bireysel başarı ve zenginleşme hayallerinin peşinden gitmeye yöneltmek Hollywood’un görevleri arasındadır. Tabi, ‘beyaz işçiler’in Demokrat Parti’den kopup Cumhuriyetçiler’e yönelmesi de sağlanabilirse, tadından yenmez… Kötü adam’ın patronlar sınıfından değil, siyahlar arasından seçilmesi tesadüf değildir. İşçi sınıfının sorunlarına eğiliyormuş gibi görünüp, sorunun ‘sistem’de olduğunu görmezden gelen, Colin Higgins’in “9’dan 5’e” gibi reformist filmler de Hollywood’un oyuncakları arasındadır. Tabi, istisnaları yok değil bu çizginin. Amerikan bağımsızlarının ana akıma karşı çıkan yapımları arasında, James Franco’nun John Steinbeck uyarlaması “Bitmeyen Kavga”sından Terence Malick’in “Gizli Bir Yaşam”ına epeyce film var, emekçilerden yana tavır koyan.

Avrupa sinemasında bu bağlamda daha dürüst filmlere rastlayabiliriz. Sicilyalı balıkçıların yaşamını beyazperdeye taşıyan Luchino Visconti’nin “Yer Sarsılıyor”undan 2020 yılı yapımı Malta filmi (İKSV’nin Nisan seçkisinde izlediğim) “Luzzu”ya, Elio Petri’nin “İşçi Sınıfı Cennete Gider”inden Lina Wertmüller’in “Mimi’nin Baştan Çıkarılması”na (Mimi metallurgico ferito nell’onore), J.L. Godard’ın 68 Mayıs’ında bir sosis fabrikasını işgal eden işçileri anlattığı “Her Şey Yolunda”dan Ken Loach’un 1980’lerde L.A’deki temizlik ve bina işçileri grevini konu alan “Ekmek ve Güller”ine ve Dardenne kardeşlerin “İki Gün Bir Gece”sine, Kazimierz Kutz’un “Tacın İncisi”nden Aki Kaurismaki’nin proleterya üçlemesine (Cennetteki Gölgeler, Ariel, Kibritçi Kız) pek çok film sayabiliriz.

Sinemamızda da, Ethem Göreç (Karanlıkta Uyananlar), Duygu Sağıroğlu (Bitmeyen Yol), Memduh Ün (Kırık Çanaklar), Yılmaz Güney (Umut), Şerif Gören (Endişe, Tomruk), Lütfi Akad (Gelin, Düğün, Diyet), Yavuz Özkan (Maden, Demiryol), Muammer Özer (Bir Avuç Cennet), Tunç Okan (Otobüs), Atıf Yılmaz (Bir Yudum Sevgi), Muzaffer Hiçdurmaz (Çark), Faik Ahmet Akıncı (İş), Erden Kıral (Bereketli Topraklar Üzerinde, Vicdan, Yük)’den bu yana işçi sınıfının sinemada temsiline sık rastlanmıyor. En yeni örnek, Erdem Tepegöz’ün ilk gösterimini geçen yıl Moskova Film Festivali’nde yaptığı “Gölgeler İçinde” adlı başarılı filmi.

İŞÇİ FİLMLERİ

Son günlerde İKSV’nin İstanbul Film Festivali seçkisi içinde izlediğim filmlerden Polonyalı yönetmen Piotr Domalewski’nin “Asla Ağlamam”ı da bir göçmen işçi hikâyesi. İngiltere’de çalışırken bir iş kazasına kurban giden babasının cenazesini ülkesine götürme için çabalayan bir genç kızı anlatıyor. Aynı seçkide yer alan David Dufresne’nin Paris’te ‘Sarı Yelekliler’in direnişini anlatan görkemli belgeseli “Şiddet Tekeli”ni bir başka yazıya bırakarak, Mayıs seçkisi içindeki bir filmden söz etmek istiyorum. Andrey Konchalovsky’nin “Sevgili Yoldaşlar”ı, bu satırları yazarken henüz gösterime açılmadığı için önyargılı olabilirim. 1962 yılında, Kızıl Ordu askerlerinin ateş açması sonucu 30 işçinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan ve ancak 1992 yılında bir soruşturmaya konu olan bir olayın filmini programa almalarına bir diyeceğim olmaz da, keşke prömiyerini 1 Mayıs’ta yapmasalardı…

Kundurama’nın çevrimiçi film gösterimlerinde bu hafta “Denizaşırı Hizmetçiler” var. Devam etmekte olan iki -çevrimiçi- festivalde de emekçilerin yaşamına bakan çok sayıda film yer alıyor. İzmirli genç yönetmen Gülten Taranç’ın yönettiği 2. Kadın Yönetmenler Festivali’nde iki yerli yapım, Büşra Bülbül’ün kısa filmi “Çamaşır Suyu”nu ve (henüz izlemediyseniz) Ahu Öztürk’ün yönettiği, Asiye Dinçsoy ve Nazan Kesal’ın başarlı bir takım oyunu sergilediği “Toz Bezi”ni izlemenizi öneririm. Son olarak, dün akşamki açılış töreni ile başlayan 16. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nde dünya sinemasından pek çok filmi festivalin youtube kanalından -ücretsiz- izleyebileceğinizi hatırlatmak isterim. “Hangi Kadraja Sığar” sloganı ile sunulan programda, geçim derdinden erkek şiddetine, çocuk işçilikten gökkuşağına insan haklarının farklı alanları kadraja alınıyor. “Lenin’in Treni”ni, “Geçit Yok”, “Deniz Kadınları”, “Yeryüzü Ayakları”, “Afrikalı Uşaklar”, “Ekmek ve Adalet”, “Gama Grevi”, “Büyülü Fener Bekçileri” adlı belgeselleri kaçırmamaya çalışacağım… İstanbul Büyükşehir, Kadıköy ve Çankaya belediyelerini kutlamak isterim, pandemiye teslim olmayıp, festivale destek oldukları için.