Rus nihilistlerinin izini süren, ama başka bir yola geçmekte ikircikli davranmayanların bir izdüşümü Türkiye’de de kendini göstermiştir. Biz işte şimdi orada duruyoruz ama o kadim çelişki henüz çözülebilecek gibi durmamaktadır.

“İyidir demokrasi örneğin mesela”

Geçtiğimiz hafta ölüm yıldönümünde andığımız Melih Cevdet Anday’ın Ölü Canlar ve TKP liderlerinden Zeki Baştımar imzası ile yayımlanan ama komünist şair Nazım Hikmet’in de katkısıyla çevrilen Savaş ve Barış üzerinedir sohbetimiz bu pazar. Ama o kadarla sınırlı değildir.

İlk yazarımız, Dostoyevski’nin “hepimiz onun Palto’sundan çıktık” dediği Nikolay Vasilyeviç Gogol’dür. Komedi özellikleri taşıdığını düşündüğü romana başlarken Gogol, “Ölü Canlar’a başladım, bu konu eğlenceli bir romana çok elverişli” der. Roman ilerledikçe komedi drama dönüşür. İlk bölümleri okuyan Puşkin, “Tanrım bu Rusya ne kadar hüzünlü bir ülke” diyecektir.

Romanın yayımlanması kolay olmaz. Çarın sansürü ancak Puşkin’in ricası ile aşılabilir. Ölü Canlar’ın ikinci cildini tamamlayan yazarımız ağır bir bunalıma girer, yazdıklarını ateşe atar. “Kendimi der, ölümle karşı karşıya bulunca içim yanarak romanımı ateşe attım.” “Ölü Canlar’dan nefret ediyorum. Ben kötü bir adamım” diye yazar arkadaşlarına. İyileşince yeniden yazmaya başlar; ama bu kez de ünlü eleştirmen Belinski’nin acımasız eleştirileri yıkar Gogol’ü. Mektuplaştığı gerici papaz Matvey Kostantinovski ise son darbeyi indirir; “Bütün yapıtlarını şeytan yazdı senin, ruhunu kurtarmak istiyorsan yazmayı bırak” der. Gogol de artık dayanamayacak, o gece yarısı talihsiz ikinci cildi bir kez daha ateşe atacaktır. Bir kaç gün sonra da canların, canlıların dünyasını terk edecektir.

Dolandırıcılar
Romanın konusu, özetin özeti, Pavel İvanoviç Çiçikov’un “gerçekte ölü, kayıtta canlı” serfleri alıp satarak zengin olma dalaveresidir. Satın aldığı ölü köylülerin “evraklarını” Çarlığın kredi bankasına göstererek, “ölü can” başına 200 ruble alacak, zengin olma yolunu tutucaktır. Gerçi işler küçük bir pürüz nedeniyle istediği gibi gitmeyecekse de ne gam, Çiçikov paçasını kurtaracak, yeni yollar, yeni yöntemler bulmak üzere kenti terk etmeyi başaracaktır.

Gogol romanın orta yerinde hikayeye ara verir, Rus toplumuyla ilgili karamsar görüşlerini anlatma gereği duyar.

“Okurlarımın Çiçikov’dan hoşlanmayacakları düşüncesi bana dokunmuyor der, çünkü ben kahramanımın başka bir takım okurlarca sevileceğini biliyorum ve beni asıl üzen budur.” (Ölü Canlar; Sosyal Yayınlar; sf.267) Gogol’ün sabrı taşmıştır bir kere, öfkeyle konuşur; “Yazar, köşelerinde rahat rahat oturup başkalarının sırtından zengin olan ‘yurtseverlerimizi’ rahatsız etmiş olabilir. (Onlara göre) yurtlarının şerefine aykırı bir şey oldu mu -sözgelişi en acı gerçeği söyleyen bir kitap basıldı mı, gizlendikleri yerden çıkarlar. ‘Bunları dünyaya duyurmak, halkın önünde konuşmak doğru değildir’ diye bağırırlar. ‘Bunlar bizim içişlerimiz... Böyle yapmak olur mu? Yabancılar ne der.’ ‘Bizde her şeyin bozuk olduğunu, hiç birimizin yurdumuzu sevmediğimizi yabancılara anlatmakla ne kazanacaksınız.' (Ölü Canlar; Sosyal yayınlar. sf. 268)
Bu çığlıklar bir yerlerden tanıdık geliyor mu size de?

Gogol’ü, Ölü Canlar’ı anlatırken, okurlarıma Oktar Türel Hoca’nın Yordam Yayınları arasında çıkan Geç Barbarlık Çağı adlı eserini duymamışlarsa eğer duyurmak isterim. Ben iktisatçı değilim, bu iki ciltlik eseri size özetleyemem. Ama en azından mizahı bu kadar güzel kullanan başka bir iktisat kitabı görmediğimi, okumadığımı söylemeliyim. Oktar Hoca, bu kitabında, serflerin bir mal gibi alınıp satılabildiği 19. yüzyıl Rusya’sındaki dolandırıcılık üzerinden, “dolandırıcı - banka - kamu bürokrasisi üçgeninde kotarılan yolsuzlukların prekapitalist öncülü(nün), kapitalist ekonomilerde yeni renkler ve tonlar kazan (dığını), özünden bir şey” yitirmediğini vurgular. (c.1, sf.209)

Peki kendi ülkemizde son yıllarda klasik devlet olanaklarını ya da bürokratik oyunları, boşlukları kullanarak zenginleşenlerin hikayeleri yok mu? Oktar Türel Hoca onları da adlı adınca anıyor: “Son yirmi yılın Türkiye’si ekonomik artık yaratmaya ve biriktirmeye değil, artıktan pay koparmaya hevesli yüzlerce Çiçikov üretmiştir.”

Entelektüeller
Şimdi Çiçikovlardan ayrılıyor bir başka Rus romanına gidiyoruz. Yine büyük bir yazarın Lev Tolstoy’un en ünlü romanı Savaş ve Barış’tan söz edeceğiz. Yol gösterenimiz yine Oktar Hoca’dır. Bu kez tipik Rus aydınının açmazına bakacağız; belki de bizim dünyamızla bir benzerlik ilgimizi çekecektir.

Hepimiz biliyoruz, Kurtuluş ve Kuruluş yıllarının hem ulus devlet olma hem de Kuzeydeki yeni sistemden muhtemel etkilenmeyi frenleyebilme kaygısıyla “biz bize benzeriz” sloganı ile damarlarımızı doldurmuştuk; bu da belki işe yaramış, belki de kimi kapıları tıkamıştır. Ama kuşkusuz dünyada yalıtılmış bir şekilde yaşamak mümkün değildir; sonunda bu durumu değerlendirmek, Türkiye’nin çıkarlarının tersine kullanmak da emperyalist dünyaya kalmıştır. Her neyse burada anlatmak istediğimiz bu karmaşık dönemde Türk aydınları ile, Rus “intelligentsiası” entelektüelleri arasındaki benzerliklerden söz etmek.

19.yüzyılda Rus aydının liberal demokratik ideoloji ile ulusçuluk arasında kaldığının tipik bir örneği olarak Tolstoy’un Savaş ve Barış adı eserinin önde gelen kahramanlarından Bezuhov’u gösteriyor Oktar Hoca. Örneğin bize gösterdiği Napolyon ordularının General Kutuzov komutasındaki Rus ordularıyla savaştığı o yıllarda, bir yandan Fransız kültürü, Fransız dili ile yetişmiş ama Fransız ordusu ile savaşmak durumunda olan Rus entelektüellerinin “haleti ruhiyesi”, bunalımıdır. Tolstoy, Bezuhov’un çocuklarının da giderek Rusya’nın toplumsal gerçekliğinden kopuk, ütopyacı, nihilistler olduklarını vurgular. Oktar Türel’in dediği gibi Rus aydınlarının bir kesimi tarafından nihilizm, yani “hayat için hayat adına hayatın yoksanması (negation) idealleştirildi.”

Burada bir parantez açarak belki kendi ülkemize dönebilir, bir benzerlik var mı bakabiliriz. Liberal ideolojiye angaje olanlarla, kendilerini anti tez ilan eden, ulusçuluğu milliyetçiliğin kör kuyusunda bulanlar arasındaki çatışmanın kimi aklı başında aydınları bile etkilediğini söylemek hiç de yanıltıcı olmayacaktır.

Öte yandan Rus nihilistlerinin izini süren, ama başka bir yola geçmekte ikircikli davranmayanların bir izdüşümü Türkiye’de de kendini göstermiştir. Biz işte şimdi orada duruyoruz ama o kadim çelişki henüz çözülebilecek gibi durmamaktadır.

Bu yazıda dolandırıcılar ve aydınlardan söz edilmesinin nedeni de hayatı, bataklığı ve baharı, çelişkinin karışık, kaotik yapısını görme, gösterebilme kaygısıdır. Belki de çelişkinin çözülmesi, Oktar Hocanın her iki cildin başına yerleştirdiği “geç barbarlık çağı” başlıklı Öndeyi’nin halk ve aydınlar tarafından anlaşılmasına bağlıdır:

“Çok iyidir demokrasi / örneğin mesela / ben çoğunlukta olursam / sen azınlıkta kalırsan. - Ben sayıları bilirim / borumu öttürürüm / bir iki diyerek yürürüm - Ne güzeldir hoşgörü / örneğin mesela / benim dediğim olursa / sen bana uyarsan - ben geleceği bilirim / borumu öttürürüm / rap rap diye yürürüm - çok hoştur özgürlük / örneğin mesela / ben girişimde özgür / sen bana çalışmakta - ben çıkarımı bilirim / borumu öttürürüm / sağ sol diyerek yürürüm...