Gazetecilikte usta-çırak ilişkisi önemlidir. Bu açıdan çok şanslı olduğum söylenemez. ODTÜ’de öğrenciyken “duhul ettiğimMamak’tan çıktığımda, okula da dönemeyince, çocukluk hayalim olan üç meslekten biri olan üniversite hocalığı imkânsız görünmüş, diğer ikisini kovalamaya başlamıştım: Gazetecilik ve kamyon şoförlüğü.

Babamın bir “Almancı”dan aldığı Olympia ile kendi kendime ile daktilo öğrenmeye, bir yandan da ehliyet kurslarına gidip gelmeye başladım.

Sonra af çıktı, yarım kalmış sosyoloji eğitimime döndüm. Para da kazanmam lazımdı. Daktilo ve yabancı dil bilmem işe yaradı. Yeni kurulan 2000’e Doğru’nun Ankara Bürosu’na girdim. Tek sermayeleri heyecan olan genç bir ekip vardı, ben direkt “Şef” oldum. Bir “usta”m yoktu.

İspanyol Haber Ajansı EFE’den Juan Fernández Elorriaga’yı 2000’de Doğru’dayken tanıdım. 1987’de, zaman zaman gelip giderek Türkiye haberleri yaparken, ona yardımcı (stringer) olarak EFE için de çalışmaya başladım. Hâlâ beni Juan’ın işe aldığı EFE’deyim.

Gazetecilik hayatımda biraz da olsa “Ustam” diyebileceğim biri olmuşsa o Juan’dır.

EFE’nin Balkanlar Büro Şefi’ydi. Dillerini de çok iyi konuştuğu Balkanlar’ı en iyi bilen gazeteciydi. Tito’nun Yugoslavya’sına gelip Belgrad Üniversitesi’nde sosyoloji okumuş, üniversite yıllarından sonra da Olga ile evlenmiş ve Belgrad’da yaşamaya başlamıştı.

2 Ağustos 1990’da Saddam Hüseyin Kuveyt’e girince, savaşın nasıl gelişeceğini görmüş ve 3 Ağustos’ta beni apar topar Bağdat’a göndermişti. Ben haberleri Irak’tan telefonla ona geçiyor, o da derleyip toparlayıp Madrid’e gönderiyordu.

1991-92 yıllarında, beni EFE’nin Balkanlar bürosu muhabiri olarak Belgrad’da akredite ettirdi, orada onun evinde kalarak Yugoslavya’nın parçalanma sürecine tanıklık ettim. 

Belki bir haber daha çıkarırım diye bir resepsiyona gitmeye hazırlandığım bir akşam, elime Yugoslavya hakkında bir makale tutuşturup; “Al, resepsiyonda harcayacağın zamanda bunu oku. Orada öğreneceğinden çok daha fazla şey öğrenirsin” demişti. Bir büro şefinin kendi bürosundan çıkacak haberlerin sayısından çok muhabirinin nitelik kazanmasını önemsemesinin anlamını ancak gazeteci olanlar bilebilir.

Sonradan benim de “çırak”larım oldu, böyle davranabildiysem Juan’dan öğrendiğimdendir.

Bir basın toplantısından sonra, söylenenlerin çoğunu tırnak içinde alıntılayarak, “eksiksiz yazdığım” haberi kontrol ederken, tırnak içi cümlenin ne anlama geldiğini sormuştu. Bilmiyordum. “Neden sormadın?” dedi. O toplantıdaki herkesin bildiğine emin olduğum şeyi sorsam “aptal” görünecektim. Zaten ne söylendiyse aynen aktarmıştım, sorun yoktu!

Juan’a göreyse ciddi bir sorun vardı. “Anlı şanlı Amerikalı, İngiliz, Batılı gazetecilere bir bak” dedi. “Nasıl aptalca sorular soruyorlar! Önemli olan orada aptal görünmen değil, okuyucuların karşısında aptal görünmemendir.

Eksikliğimi fark edip, yaklaşık iki yıl, önemli ortamlarda, cevabını da bildiğim aptalca sorular sorarak kendimi tedavi ettim. Ondan aldığım ve öğrencilerime de aktardığım mesleki derslerin başında bu gelir.

Juan en iyi arkadaşlarımdan biriydi. Birlikte çok şey yaşadık. Özgün bir kişiliği vardı. Hayatı yapmacıksız, gösterişsiz ve keyif alarak yaşardı.

1997’de Arnavutluk’ta ayaklanmaları ve seçimleri izlerken birlikte tartaklanmış, çalıntı araçların fotoğrafını çekerken mafya tarafından kovalanmış, sonra da en güzel yemekleri yiyebileceğimiz yerleri aramıştık. Yemek yemeyi severdi, severdik.   

Geçen cumartesi sabahı, 80 yaşında, İspanya’nın Segovia kentinde öldü. Meslek hayatımda boşluklar dolduran ustam yok artık, şimdi en iyi arkadaşlarımdan birini yitirmenin boşluğu var.