Siyasal iktidarın bilime sırt çeviren anlayışının ve rant politikalarının sonucu olan yıkım tam anlamıyla bir sistem krizini işaret ediyor. Bu krizi doğru tanımlayıp, gereğini yapmanın zamanı gelmedi mi?

Kader değil… Cehalet!
Fotoğraf: AA

Büyük bir felaket yaşadık… Az önce, altı gündür enkaz altında yaşam mücadelesi veren Eylem Aydın’ın da kurtarılamadığı haberini aldım, sevgili Orhan’a ve yaşamlarını yitiren on binlerce (şu anda yirmi binin üzerinde) yurttaşımızın yakınlarına baş sağlığı, yaralılara acil şifalar diliyorum… Sözün bittiği yerde değiliz; bu felaketten hangi dersleri çıkaracağız, düşünmeye, yeni sözler söylemeye ihtiyacımız var.

İnsana ve doğaya saygısı olmayan kapitalist sistemin en kötü uygulamalarına tanık olduğumuz ülkemizde yaşanan bu felaketi de ‘kader planı’ ile açıklamaya çalışanlar, kayıplarımıza ilişkin gerçek sayıları gizlemeye çalışacak mı, bilemiyoruz (kimliği saptanamayan cesetlerin ölü sayısına dâhil edilmeyeceği söyleniyor sosyal medyada). Felaketin sorumlularının cezalandırılması her zaman olduğu gibi savsaklanacak mı, deprem bölgesindeki topraklar birilerince ucuza kapatılacak mı, deprem fırsat bilinerek seçimler ertelenmeye çalışılacak mı, bilemiyoruz…

Peki, biz ne yapacağız? Bu yaşadıklarımızdan nasıl bir ders çıkartacağız? Sorunları doğru teşhis edip, bu teşhis doğrultusunda örgütlenmeyi başarabilecek miyiz? Siz bu satırları okurken, ‘mucize’ bekleme süresinin de sonuna gelmiş olacağız. Yurttaşlarımızın en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan aciz bir yönetimle ve onun paydaşlarıyla önünde sonunda hesaplaşılacak elbet, ama önemli olan, toplumca bu olaydan yeterince ders çıkarıp çıkaramayacağımız…

Depremim ilk günlerinde varlıklarını hissedemediğimiz yetkililerin, enkaz kaldırma çalışmalarını başlatmakta gecikmeyeceği anlaşılıyor. Gerçek rakamların belirlenememesi ve suç delillerinin ortadan kaldırılması olmasın hesapları? Yaşadıklarımız salt bir doğa olayı ile açıklanamaz. Tüm yetkileri kendinde toplayan merkezi otoritenin zaaflarını artık herkes görüyor. Yurttaşlar hükümete olan güvensizliklerini, umutlarını sivil toplum kuruluşlarına bağlayarak net bir biçimde gösteriyor. Hükümetse ‘Olağanüstü Hal’ yetkisi ile toplumu susturma derdinde…

Deprem vergisinin hesabını veremeyen, kamusal çıkar yerine yandaş müteahhitlerin çıkarını gözeten iktidarın ‘imar barışı’ ile 300 bine yakın usulsüz yapıyı affederek bu felaketin alt yapısını hazırladığını öğreniyoruz. Uygar bir ülkede olsa, çoktan istifasını vermiş olması gereken hükümet, eleştirileri önlemek için sosyal medyayı kısıtlama yönüne gidiyor. Bu yaşananları bir ‘cinayet’ olarak nitelendiren yurttaşlar gözaltına alınıyor. Peki, ehliyetsiz, vasıfsız insanlarla bu toplumu yönetmeye çalışmak, malzemeden çalan müteahhitlere, kaçak ve usulsüz yapılara onay veren rüşvetçi memurlara kol kanat germek, göçük altındaki yüzbinlerce insanı depremin ikinci günü akşamına kadar çaresiz bırakmak cinayet değil de nedir?

TOPLUM MU SUÇLU, SİSTEM Mİ?

İsterseniz ‘cinayet’ demeyelim, ‘cehalet’ diyelim… Bir Cumhurbaşkanı yardımcısı, yaraları sarmak üzere sahaya çıkan yerel yöneticilere, sivil toplum kuruluşlarına “Siz kimsiniz?” diyebiliyorsa, bu anlayışı en hafif deyimle ‘cehalet’ olarak nitelendirebiliriz her halde. O koltuklara halkın oylarıyla değil, ‘tek adam’ın inayetiyle oturan bir CB yardımcısı bu sözcükleri kullanmakta sakınca görmeyebiliyor. Ama toplum çok net olarak görüyor, enkaz altında kalan rejimin sefaletini…

Bu ve benzeri felaketlerde, suçu topluma yüklemek adettendir. Ne yapalım, halk gereken tedbirleri almıyor, üstelik memurları rüşvete alıştırıyor diyerek suçu paylaştırmaya çalışır yöneticiler. Oysa, toplumdaki duyarsızlığın, ‘neme lazım’cılığın, ‘bi şey olmaz abi’ciliğin temelinde, ‘Siyasal İslam’ın dayandığı kaderci felsefe yatar. Kendileri inanırlar mı bilemem, ama cahil bırakılan kitleler için kullanışlı bir afyon olan ‘kadercilik’ tüm gerici iktidarların kullandığı bir araçtır. Eğitim sistemini bilime dayandırmaz, ‘dindar ve kindar’ nesiller yetiştirme yolunu seçerseniz, hukuku ayaklar altına alırsanız, cahil bıraktığınız kitlelerin fırsatçılığa yönelmesini kolaylaştırmış olursunuz. Kültürden sanattan nasiplenmemiş öğrenciler yetiştirirseniz, ‘vicdan’ sözcüğü geçmişten bir anı olarak kalabilir. ‘Rantçı’ politikalarınız için elverişli bir zemin hazırlanır. Ama, nereye kadar? Bıçak kemiğe dayanıncaya, tatlı canlarımız yanıncaya kadar… Kahramanmaraş depremi, ‘Allah’ın işi’ diyerek susturulmaya çalışılan halkların uyanışını hızlandırmıştır. Artık namuslu din adamları bile isyan ediyor, yöneticilerin beceriksizliklerini örtmek için din silahına sarılmalarına. Deprem, düşmanlaştırılmaya çalışılan halkların kardeşliğinin somut görüntülerine sahne olurken, toplumu ayrıştırarak halkları birbirine düşman kılarak iktidarlarını sürdürmeye çalışanların hesaplarını altüst ediyor. Uluslararası ve sivil dayanışma tüm toplum kesimlerini uyandırıyor.

Elbette kasıtlı değildi bu başarısızlık; hiçbir erk zaaflarının, yetersizliğinin gözükmesini istemez. Deprem sonrasının inşaatları birilerini heyecanlandırıyor olsa da!... Öyleyse neden kurtarma çalışmaları bu kadar geç başlatılabildi? Neden insanlara en temel ihtiyaçları günler boyu sağlanamadı? Bu felaketin nedenlerine doğru teşhis koymak gerekiyor. Yaşanan/yaşatılanların sistemin çürümüş merkeziyetçi yapısıyla ilgili olduğu gerçeğini görmek zorundayız. Ama otoriter rejimler bunu kabul edemez, çünkü çağdaş demokratik yönetim anlayışı onlara yaramaz. O anlayışın toplumda kabul görmemesi için her türlü yalan ve iftiraya başvurmaktan geri durmazlar. Tek adam yönetiminin hareket kabiliyetinin daha fazla olduğundan, çoklu yönetimin (koalisyonların) sorunları çözmekte yetersiz kalacağından dem vurarak, kitleleri politikadan soğutmaya, boyun eğdirmeye çalışır, karşıt görüşleri cezalandırarak toplumu bir korku iklimi içine sürüklerler.

UMUT NEREDE?

Yaşadığımız felaket, yanlışlara işaret ederken, doğruların da karartılamayacak biçimde ortaya çıkmasına neden oldu. Merkeziyetçi yapının yetersizliği, depremin verdiği en önemi dersti. Tüm yetkilerin merkezi bir otoritede toplanması, onun izni olmadan kimsenin kıpırdayamaması sonucu binlerce insanımızı göçük altında yitirdik… İki gün boyunca deprem bölgesinde gözle görülür bir varlık gösteremeyen, organizasyon ve koordinasyon konusunda sınıfta kalan, üstelik sivil toplum kuruluşlarının, meslek örgütlerinin, siyasi partilerin ve yerel yönetimlerin çalışmalarını kolaylaştırmak yerine deprem bölgesine intikallerini geciktiren AFAD’ın yetersizliğinin temel nedeni yerel örgütlenmeye dayalı çağdaş bir yönetim anlayışa sahip olmaması, her konuda siyasi otoriteden talimat beklemek durumunda kalması, yani özerk çalışma kabiliyetinden yoksun olmasıydı. AFAD’ın ve diğer kamu kuruluşları personelinin canla başla çalıştığına kuşku yok, ama yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarının izne tabi kılınmasını, bazı araçlardaki flamaların üstüne Valiliğin ya da AFAD’ın adını yazma çabalarını izah etmek mümkün değil.

Ne var ki, CHP’li yerel yönetimler bütün engelleri aşarak, bölgeye çok ciddi bir hizmet sunmayı başardılar ve bu katkılarını uzun süre devam ettirmeye kararlılar. Siyasi partiler alanda ciddi bir çalışma içindeydi. Milletvekilleri, meslek örgütleri koordinasyonun sağlanması için çaba gösteriyordu. Tıpkı Gölcük depreminde olduğu gibi sivil toplum katılımcılık ve dayanışma adına çok önemli başarılar elde edildi. "Umut nerede?" sorusunun yanıtı çok basit: Umut sivil toplum ve dayanışmada… Umalım ki bu dayanışma, sivil toplumun örgütlü bir güce dönüşmesi yolunda bir adım olarak değerlendirilir.

Sanattan konuşamadık bu hafta, ama sözünü ettiğim özerklik, yerellik, çok seslilik, örgütlülük, dayanışma gibi kavramların bizim alanımız için de olmazsa olmaz kavramlar olduğuna işaret etmekle ve depremde olağanüstü bir çaba gösteren ve destek sağlayan sanatçı dostlara şükranlarımızı sunmakla yetinelim...