Savaş” derler, “herkesin önüne geleni öldürebileceği bir hal değildir.” Irak Şam İslam Devleti adını taşıyan çetenin inandığı din adına sürdürdüğünü söylediği savaşta, bu basit kurala aldırmadığını söylemeye gerek yok tabii. “Dinin sahibi”, dolayısıyla da “savunanı” olduğu için kendisinde herkesi öldürebilme hakkını görmesi doğal elbette.

Neyi hedeflemişse, ona ait olduğunu düşündüğü her şeye, masum insanlar dahil saldırması “sivil” diye bir kavrama itibar etmeyişinden kaynaklanıyor haliyle. Bu nedenle kendilerini dinli, imanlı tanımlamalarının (evet gerçekten dinli, imanlılar) bir önemi yok, her halleriyle, tutumlarıyla “sivil” diye bir olguya inanmayan dinsiz Moğollar’ın günümüzdeki versiyonudur bu aşağılık çete.

Moğollar ya bilmezler ya da bilseler de önemsemezlerdi sivil diye bir olguyu. Asker, sivil ayırmadan kılıçtan geçirirlerdi herkesi. Herhalde hedefledikleri toplumun bireylerinin canlarını yakmanın canlarını almak kadar önemli olduğuna inanmış olmalarındandı bu vahşilikleri. Moğol barbarlığı öldürmeyi zevke de dönüştürmüştü malum. Esir aldıkları önemli bir düşman generalini halıya sararak ezip öldürdüklerini söylerler. Osmanlı’da devlet emriyle, yani “siyaseten katl” edilen kurbanın kesik kafası başkente bal dolu bir kutunun içinde yollanırdı ki Moğol adetidir.

IŞİD’in yöntemleri arasında, tıpkı bu Moğollar gibi, hedeflediklerinin eylemlerinden doğrudan sorumlu olmayanlara acı çektirmek de var. Paris’te konser salonu bombalamak, Suriye’de, Irak’ta cami havaya uçurmak bu amaca yönelik işte. Bu yöntemin savaş ahlakına aykırı olduğu ortada. Savaş ile ahlak yan yana gelince tuhaf duruyor, kabul, ama var böyle bir “ahlak”. Sanıldığı gibi de günümüze ait bir kavram değildir bu. Yaklaşık beş yüz yıl önce yaşamış Aztekler’in örgütlü dinlerden ne haberleri vardı, ne de bildiğimiz anlamda bir dine mensuptular. Savaştıklarında, ahlaki inançları gereği düşmanı öldürmekten çok yaralamayı hedeflerlerdi, öyle anlatılır. Adı batasıca Moğollar’ın sürekli saldırdıkları Çinliler de saldırıdan çok savunmaya önem verirlerdi, çok insan öldürmek zorunda kalmasınlar diye. 3 bin km’lik o Çin Seddi var ya, savunma amaçlıdır bu nerdenle. Azteklerin, Çinlilerin IŞİD’inkine benzer dinleri, imanları yoktu. Ahlakın dinden, imandan daha önemli olduğuna iyi iki örnektirler bu yüzden.

Kalleşlik, yani Perfidy, modern savaşlarda aldatmanın bir formu olarak değerlendirilir. Ama buna başvurana da iyi gözle bakılmaz. Günümüzün büyük savaş makinelerinin başında bulunanların dikkat ettiği kurallardan biri de kalleş olmamak. “Savaş ahlakı” derken kastedilen bu. Büyük emperyal güçlerin bu “ahlak”a uyduğunu söylediğim de yok elbette. Kavram olarak var bu, onu demek istiyorum.

IŞİD bu savaş ahlakından yoksun kalleş bir örgüttür. Öldürdüklerinin acısını düşman bellediği toplumun tüm bireylerine yaşatmak ancak kalleşlere özgü olabilir çünkü. Camiye girerken kimsenin üstü aranmaz. O nedenle bir intihar bombacısı manyağın, din kardeşliğine dayalı doğal güvenin verdiği serbestlikle o camiye girip kendini patlatması kalleşliktir. Kalleşlik o güvenin üzerine inşa edilmiştir çünkü. Kalleş olmak için de ciddi bir örgütlülüğe, önceden hazırlanmaya falan gerek de yoktur. Uyuşturulmuş bir beyin, insani değerlerden arındırılmış bir mürit yeterli bunun için. O nedenle IŞİD canilerinin o videolarında gerçekleştirdikleri katliamlarından sonra böbürlenmeleri boştur. IŞİD’in yaptıklarını eğer ayaklarını el gibi kullanabilseydi bir çakal da yapabilirdi. Büyük zekâ gerektirmez bu vahşilikler.

IŞİD’den öncekiler de, El Kaidesi ile El Nusrası ile tüm bu kalleş çeteler, aslında Müslümanların başlatmadığı (Sri Lanka kaynaklıdır) intihar eylemleri ile kendi dinlerini özdeşleştirmiş oldular. İnandıkları dinin kitabında bunların olmadığını söyleyenlere, aynı kitaptan kendi eylemlerini “İslamileştiren” örnekler, kıssalar da çıkartıyorlar üstelik. Dindaşlarına da “kalleşlik” yapıyorlar yani.

Kalleşler sadece düşmanlarını öldürmezler, kurbanları arasında “dostları” da vardır.

Haksız mıyım Ahmet Bey?