Köyde çocukken adı Qem idi. Hes, Uş, Al, Murt, Xıd, Fate, Xec, Mıst, Heyd gibi. Çok davar güttü, bıçak benzeri bir çaresizlikte, ani bir xersiz rüya görüldüğünde ve dönen her on iki imam’da kurban edilen hayvanların boynuzları, kemikleri, parlak tüyleri herhalde ilk oyuncaklarıydı. Bir taş evde doğdu, her Kırmanc gibi, altında hayvanlar üstünde cümbür cemaat çocuklar gülerdi, altında hortlaxça masallar üstünde ay yıldızlar, her Kırmanciye evi gibi. Islık çaldı eski zamanlardan kalma, yaz sıcağında serin yaylaların haymesinde deliksiz uykulara daldı. Parasız yatılı kuşağa katıldığında, Türkçeyi yeni bellemişti. Kırmanc sözcüklerin inatçı hatırasından, kelimeleri bir araya getirememek belalısıydı. Okulun öğrettiği Türkçe nehrinin yatağına, huysuzca Farsi sözcükler sızıyordu.

Köyünün adı bir aşiret içi kavgadan mirastı. Remeda, bir ailenin, hakkını başka bir aileye bırakıp kaçmasıydı. Köylerin adı Türkçeleştirilince bir gün, Remeda Ramazan oldu. Bir Kızılbaş köyü, tarihte ilk defa Müslim ayı Ramazan ile bir araya geldi. İnsan adlarını değiştirenler köy adını, ana dili değiştirenler, yer adını mı bırakırdı. Cihan padişahının torununun adı Nazımiye, daha eskilerde Duzgı’nın mekânına verilmişti.

Remeda’dan başlayan yaşam yolculuğunun asiliği, sertliği, kararlılığı, cesareti ile kendisini nereye taşıyacağını hayal edemezdi. Davar güden çocuk yargıç oldu, sonunda her başkente, her parlamentoya, her hapishaneye, her ışıltılı ülkeye gitti. Her şehrin bir simgesi olurdu ya, kendi şehrinin bir markası oldu en sonunda. Moda dergilerinin sayfalarına, yarışma programlarına alındı. Sabancı’yla da tartıştı, Perinçek’le de kapıştı. Dersimci adını verdiği bir dille konuştu, kızdığında. Ay Kamer Bey, diyen kadınlar hep etrafındaydı. Marka şehirler varsa, o da kendi şehrinin markasıydı, iyi ve kötüleriyle elbet. Ama doğmadan önce yaptıklarını, öldükten sonra yapacaklarını henüz bilmiyordu.

Halk, seçmen, ziyaretçi, alkışlayıcı olunur, o hep sahnedeydi. Ünü, darbe sonrası seçildiği Danışma Meclisi’nde, idamlara hayır, demesiyle başladı. Meclis’in her dönem müdavimiydi. Umumiyetle ona, tek başına parti, derlerdi. Tıpkı yüz yıl evvelin, Meclis-i Mebusan’ındaki Qıl köylü Lütfi Fikri bey gibi. Altıncı kez seçime girdiğinde, ya Qemer bey sen niye ölmüyorsun, artık gençler siyaset yapsın, diyene, sevgili hemşerim belki sen benden önce ölürsün, diyecek kadar engin gönüllüydü. Çok az insan, siyasi rakiplerinden puan toplar, o her partinin, her bakanın, her bürokratın, her polisin, her jandarmanın korktuğu, hem de çok saygı duyduğu bir addı. Meclis’in çiçekçisi, çöpçüsü, çaycısı, berberini, Demirel’i bile eskitti.

Geçen hafta Remeda’dan çok uzakta, etrafında sessiz ağaçlarıyla, bahçeli evini ziyaret ettim. Başı topraklı, altı ahır, üstü tek oda çocukluk evi çoktan gitmişti. Kim evini yurdunu bile isteye terk etmiş ki. İki katlı ferah evde hiç çocuk sesi yoktu, evin etrafında bir keçi, ama holde kötücül hayaletler dolaşıyordu. Demirel, Çiller, Güreş, bir görünüp bir kayboluyorlardı, o karşımızda ve ayaktaydı. Hepsi konuşuyor, o ve evi hepsini ayrı ayrı konuşturuyordu. Biz hepimiz susuyorduk, bazı şeyler susarak anlatılır.

Qem, doğduğunda öleceğini biliyordu, nerede, ne zaman, nasılını değil elbette. Kürsüde en sert sözlerle muhalefet ederken sağcılara, ölümü gözünden tanıyordu. Kaç kez saldırıya uğrarken kurullarda ağzı küfürlü muarızlarından, ölümün nefesini duymuştu. Ma derken her cümlenin başında, çiçek sulamayı hediye ederken bir English sözlüğe, biliyordu öleceğini. Bilmese hiç birinden, yine de bilirdi kanla akan Laç’tan, çocuğa kesmiş Harçik’ten. Yaşarken biliriz öleceğimizi, ama yılmayız, hep güleriz, kendimize dehşetle şaşarak, sonuçta ölüm paylaşılır yalnız bir solukla.

Yanımda eskilerden hüzünlü yoldaşlar, Kamer Genç’ten ayrıldığımızda, dip mutfağın ışıkları sönmüş, evin temizlikçisi çoktan çıkmış, bekçiler sokağı terk etmişti. Bizi kapıya kadar uğurlayan çocuk Qem’in gözlerinin hemen altında kapkara bulutlar, yüzünün ortasında geçen yüzyıldan belli belirsiz bir ışık yanıp sönüyordu. Yengeç ciğerlerini tutmuştu ama bakışında bütün bir ömür ile ölüm, gerisinde borçsuz bir hayat vardı. Besbelli ki gideceği tek bir ülke kalmıştı.