‘Kediler güzel uyanır’
Marx’ın dediği gibi “doğanın insani özü ile insanın doğal özü” arasındaki ilişki kavranacak, onun “yaşam için bir temel ve bilim için bir başka temel vardır demek yalandır” saptaması doğrulanacaktır. Kapitalizmin büyük olasılıkla kendini inkâr anlamı taşıyan bunalımı, insanın aleyhine çevirme, kendini kurtarma hayali gerçekleşmeyecektir.
“Masal okuma bana” denir ya da “hikâye bütün bunlar” ya da “artistlik yapma” da denebilir, “tiyatro yapma” dendiği de olur; hepsi de gerçek değerlerle alay ettiğinin farkına varmayan dilimizin hikâyeleridir. Masal güzeldir, hikâye hayattır, tiyatro hayatı soyutlayıp stilize eder getirir önünüze, artistlik keşke becerebilsek ne büyük, ne yüce bir iştir. Peki, “felsefe yapma ulan” diyorsa birileri ne diyeceğiz? Gerçekten de “felsefe yapmanın” zaman içinde çoklu anlam kazanmış bir şöhreti var. Felsefe ilk çağlardan bu yana insanı, doğayı, ikisi arasındaki ilişkiyi enine boyuna teşrih masasına yatıran bir düşünme çabasıdır; dünyadaki yerimizi, varoluşumuzun anlamını, kaderimizi arayıp durur; başlangıçta bilgiyi atomu arayan, bilime yol açan filozoflar dinle kesiştikleri her aşamada irtifa yitirdiler. Felsefe hep bulunduğu zamanın ve zeminin hizmetine girdi; zamanı durduran bir kesitin içinde dönüp duran ve bir zamanlar bilgiden önce gelen felsefenin yeniden yaratılış teorilerine, idealizme sığınan arayışlarının, hızla ilerleyen bilgiyle sürekli hesaplaşma kaygısı güden bir donukluğu var gibidir.
Marx’ın ünlü 11.Tez’i bu gerçekliğe işaret eder; “filozofların yalnızca dünyayı değişik biçimlerde yorumladıklarını sorunun onu değiştirmek” olduğunu bu nedenle söyler Marx. Kuşkusuz biz ilk çağlardan bu yana insanın varlığının anlamı üzerine kafa yoran filozofları bir yana bırakamayız; zaten kimse de düşüncenin, bilginin gelişimi ile ilgili bu türden bir kesintiye evet dememiştir. Felsefe bir yandan zamanını, çağını-mekanını aşmakta zorlansa da geleceğin ipuçlarını içinde barındırmaktan, aramaktan, bilimsel kuşkunun yeşerdiği zemini zenginleştirmekten vazgeçmemiş, vazgeçememiştir.
Bu kadar laf niye?
Bugünlerde yine tuhaf çağdışı geri bir tür “felsefe” ya da ideoloji ile bilim arasındaki kavga büyüdü; neoliberal felsefe kırıntılarıyla, fikri yoksullaştırmak, bilimi teknoloji ile sınırlandırmak, “dünyayı değiştirme” çabasını durdurmak, sığlık, basitlik, yapaylık öne çıkıyor. Bu kadar laf naçizane işte buna dikkat çekmek içindir.
Bu kadar lafın, bu sıkıcı girizgâhın amacı budur.
HERKES GÖRDÜ KRAL ÇIPLAK
Tarihte öyle zamanlar var ki, gizlenmiş, doğallaşmış ya da doğallaştırılmış olan ilişkiler birden bire kristalize oluyor, gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıveriyor. “Normal” koşullarda durumlarda pek ortada görünmeyen, kendini neredeyse “insani” bir örtü altında gizlemeyi becerebilen sermaye-siyaset ikilisi böyle zamanlarda adeta çıplak bir şekilde görünür hale geliyor. Aynı zamanda sermaye sınıfı ile pratik olarak yürütmenin ya da hükümetlerin o ana kadar gizlenebilen dalavereli ilişkileri de ortaya çıkıyor. Deprem gibi, tüm dünyayı saran salgın hastalıklar gibi felaketler böyle durumları açığa çıkartır.
Böyle zamanlar, kralın çıplak olduğunu, yalnızca henüz kirlenmemiş bir çocuğun değil, geçit törenini izleyen tüm halkın gördüğü zamanlardır.
Tuhaf ama gerçek; dünyayı saran Korona belası böyle bir aydınlanmanın, uyanışın ışığı oluyor. Şimdilik yalana dolana hayır demenin kaçınılmazlığına dikkat çekiyor, ona vesile oluyor. Dr. Güle Çınar’ın yoğun Korona hastalarını sağaltma çabalarının nasıl daha iyi yürütülebileceğini meslektaşlarıyla konuştuğu oturumun sosyal medyaya sızdırılması belki kötü niyetlidir; ama aynı zamanda çağımızın gizliliği artık kaldıramayan, yalnızca çarpıtabilen bilimsel teknik huysuzluğunun, çarpıtmaktan başka bir yeteneğimiz yok diyen ahlâkının belirtisi görüntüsü değil mi? Bunu istemiyor musunuz? O zaman saydamlaşın; gizlilikten, gerçeğin rotasını keyfince ya da çıkarına göre değiştirebilen, hükümetlerin pek sevdiği hesapçı stratejilerden uzaklaşın.
Yalan söylemeyin, demagojiyi bırakın.
Zaten halk karşısında hükümetlerin bağımsız, tarafsız oldukları demagojisini şu yeryüzünde kimse yutmuyor artık. Dünyada ulusal hükümetler yok; kendini bin bir bağla kendisi gibi halktan ulustan gizli stratejiler geliştiren öteki benzerleriyle saflaşan hükümetler var. Onlar şimdi yaşadığımız gerçekten küresel vahim salgına da dünyayı sistem ve kurbanlar ayrımıyla ikiye bölerek yanıt vermeyi planlıyorlar; onların önceliği sona yaklaşmış, bunalımdaki sistemi kurtarmak, sistem için fazla olduğunu yük olduğunu düşündükleri “büyük insanlığı” feda etmeye dayanan bir strateji izlemektir.
Böyle bir strateji yalan olmadan gizlilik olmadan sürdürülebilir mi?
Ne yapacaklar? İki çözüm yolu var onlar için; birincisi hurafenin bitmez tükenmez, sürekli kendini yeniden üreten “felsefesini” yardıma çağırmak, bilimi susturup, aşılmış felsefenin, metafiziğin kollarına sığınmaktır. İkincisi zorbalığa başvurmaktır. Bunu hep yapıyorlar. Bu nedenle tümüyle denetimlerinde olan medyayı tetikçileri çalıştırıyor, gazetecileri tutukluyor, fanatizmi eleştiren karikatürleri dava konusu yapıyorlar. “Yoh yiğenim, bu gorona bize dohanmaz, evvel Allah camiye giremez bu gorona, bak aha işte sırat köprüsünü geçeceğin peygamber terliği, aha işte mikroba karşı muska” diyen saf dayı ile yapılmış söyleşi rekor kırıyor. Sosyal medyada, TV kanallarında sürekli döndürülen şeyhlerin şıhların saçmalıkları ya da her şeyi bilen sayıları sınırlı “uzman”la dönüp duran programlar tiksindiriyor artık.
Gerçeği saklamaya özgürlük diyorlar.
Oysa özgür olmayan ama gerçek olan Dr. Güle’nin arkadaşlarıyla konunun ciddiyetini tartıştığı toplantıdır.
ESKİDİĞİ ANLAŞILDI ARTIK ESKİMİŞ OLANIN
Şimdi işte öyle bir dönemeçteyiz. Bu saatten sonra saklı gizli hiç bir şey kalmayacaktır. Bize doğal olduğu söylenen, öyle kabul edilmesi gerektiği öğütlenen, devletin bekası için gizliliğin şart olduğunu anlatan hile artık geçersizdir. Bundan sonra hükümetler kerameti kendinden menkul yasaklarını savunamayacak, savunsalar da etkili olamayacaklardır. Çünkü aydınlanmanın ışığı, genellikle insanları bir araya getiren, kader ortağı yapan felaket anlarında parlar; saklanmış olanı, gizlenmiş gerçeği ortaya çıkarır. O zaman kirletilmiş hikâyeyi fırlatıp atarız, sonu kötü biten masal okunmaz olur, hep efendilerin zaferiyle sona eren müsamere perdesini indirir, gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıverir.
Bütün bu gelişmenin arkasında kapitalizmin doğayı talan eden varlığının da sonuna gelinmiş olması umudu vardır. Bu talan için, kâr için doğayı yok etmekten başka yol bilmeyen, yapısı gereği aramayan, doğanın yasalarını tanımayan, onun insani özünü inkâr eden anlayışın sonu yaklaştı. Doğa bilimlerinin kâr için yoldan çıkartılmış rotası değişiyor; doğa bilimlerinin felsefe ile olan çatışması, birbirlerine olan yabancılıkları sona erme aşamasındadır, Marx’ın dediği gibi “doğanın insani özü ile insanın doğal özü” arasındaki ilişki kavranacak, onun “yaşam için bir temel ve bilim için bir başka temel vardır demek yalandır” saptaması doğrulanacaktır. Kapitalizmin büyük olasılıkla kendini inkar anlamı taşıyan bunalımı, insanın aleyhine çevirme, kendini kurtarma hayali gerçekleşmeyecektir.
***
Biz büyük rüyalar gören insanlarız; yaşlanıyoruz ve sizin pek berbat bir şekilde kirlettiğiniz hikayenin sonunu başka türlü getireceğiz. Yekta Kopan’ın güzel kitabından bir hikâyeye özeneyim de ben, ondan ödünç dizelerle, çünkü dizedir onlar, şöyle bitireyim bu yazıyı:
“Rüyalar gün boyu sakatlanan zihinlerimizin koltuk değnekleriyse... okuduğum bütün kitapların harflerini altüst edip kesip parçalayıp olmadık yerlerinden birbirine ekleyip buldum ben o cümleyi. ‘Kediler güzel uyanır!’
Sen ey ruhuma şifa veren büyücü, sen öyle yatarken başında duruyorum. Ben artık uyuyamam uyumasına da senin kedi güzelliğiyle uyanacağın günü bekliyorum.”
Uyan artık, bak sallanıyor yıkılacak olan...