Devleti toplumun siyasal örgütlenişini ve örgütlerinin tümü olarak ele aldığımızda, karşımıza çok ölçekli ve zorunlu çeşitlilik üzerine otoriter-resmi bir mekanizma olarak çıkar. Türkiye’de CHP bu mekanizmanın kurulmasında ve demokratik teamüller içinde 100 yıl sonrasına gelmesinde etkin rol almış kurucu partidir.  

Sivil toplum alanında mücadele eden örgütler ise tarihsel süreç içinde devlet ve egemen yapı organizasyonlarının insan, doğa ve paydaşlar etkisi üzerindeki tekelci amaçlarının karşı mücadele ederek, toplumsal çıkar gözetecek yasal haklar üzerinden kendilerine özerk alanlar talep etmiş kurumlardır. Tüm spor kulüplerinin-Fenerbahçe dahil-diğer sivil toplum örgütleri gibi yaşadıkları topluma ve kendi örgütlü grubuna karşı görevleri ve duyarlılıkları vardır. Bu sorumluklar onlara misyon yükler.

Bu tanımlar içinde, toplumsal beklentileri açısından büyük misyona sahip iki kuruluşun başkanlarından, 100 yıllık bir devlet organizmasından içinde yer alan CHP’den ve 116 yıllık bir kulüp olan Fenerbahçe Kulübü başkanlarından bahsetmek istiyorum.   

Devlet organizması içinde ve bu organizmayı yönetmeye talip siyasi partiler ile toplumsal organizma içinde misyon edinen sivil toplum kuruluşlarının örgütlenmesi, takım kurması ve bir organizasyon haline gelmeleri esnasındaki farklılıklar her zaman kendi içinde krizleri ve olumsuzlukları barındırır. Bu kadar farklılıkları yönetmek ancak motivasyonu sağlayan gerçek bir liderlik sayesinde olur. Bu liderliğin tanımı ise sonuçta oluşacak beklentilerin büyüklüğü yanında, süreç içerisindeki yönetim özelliklerin en zor durumu bertaraf edecek değiştirme gücündeki başarısın da saklıdır.  

Hepimiz hayatımızı başka bir modelde yaşıyoruz. Futbol o model içinde hayatımıza kattığı anlamdan dolayı birlikteliğin gücünü veren, birlikteliğin ruhunu veren bir şölen olmalıdır. Ama, o şölenin ya da illüzyonun yönetim biçimi ve anlayışı toplumların içinde bulundukları politik ve siyasi örgütlenmenin oluşturduğu toplumsal ilişki modellerindeki farklılıklarında daha net görünmektedir.  

Futbol da siyasi partiler de toplumun ilişki modelleri içinde bir kesittir. Bu kesit; toplumun tüm özelliklerini taşıyan, gerçeğe uygun ölçeklendirilmiş, nitelikli bir parçadır.

Bizim ilişki modelimiz içinde, bir türlü içselleştiremediğimiz ve özellikle muhafazakâr ve milliyetçi yapının (devlet desteğiyle) asla izin vermediği demokratik teamüller yerine geçen ve maalesef geçerlilik kazanan feodal kültür ve dogmatik değerler olduğu için bu geçerliliği sağlayıp değiştirme gücüne sahip olmayan, sadece koruyacak bir otorite aranmaktadır. Bu durum siyasi partileri de sivil toplum kuruluşlarını da bağlamaktadır.  

CHP’nin ve Fenerbahçe’nin yüz yıldır süregelen en belirgin güçleri; tarihsel derinliği olan ‘kurumsal’ yapısını oluşturan kültürlerinden gelmektedir. Bunlar birçok kurumun var olma süreci içerisinde oluşur. Bu değerler, hangi işlerin doğru yapıldığını ve nelerin kötü ya da yanlış yapıldığının görüntüsünü tanımlar.  

Futbolda ‘kurumsal’ yapıyı belirleyici en önemli unsur, kulüplerin tarihsel süreçleri ve bu süreç içersin de elde ettikleri kimliktir. Kimliğin en belirleyici öğeleri kulüp arması ve forma renkleridir. Daha sonra ise rekabet unsurlarındaki tarihsel başarıları ve bu başarıların sürdürebilir kılan istikrarın yakalanması kulüp kimliğinin kurumsallaşmasını sağlayan ‘kişiler’ en önemli etkenlerdir.  

İstikrarın ve sürdürülebilir başarının temel unsuru futbola ait kültür kodlarını kurumsallaştırarak geleneksel yönetim kurgusu haline getirerek bir işletme modeli yaratmaktır. Temel prensipler üzerinde kurumsallaşan bu model, futbolun küresel oyun olma özelliği nedeniyle-her zaman gelişime ve değişime açık rekabetçi ‘güç’ içermelidir.  

Bu sadece yönetimi, teknik adamı, futbolcuları, seyirciyi bağlamaz. Bu ‘güç’, rekabet altındaki rakipler dahil tüm şehri ve ülkeyi etkilemeyi başarır.  

Ali Koç’un anlayamadığı ama başkanlığını bağlayan tanım budur.   

Patron olsaydı belki başka bir süreç işletebilirdi ki yine de yol haritası olarak bu tanımı kullanmak zorundaydı. Futbol iktisat kurgusunu bilmeden, tek başına karar merci olmasının önündeki öğretici öğe bu kurumsal kültürdür. Tek yol haritası budur. Belki farkında belki değil…  

Kurucu parti olan CHP’yi de bağlayan temel dayanak da budur. Al Koç ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun başarısızlık konusundaki kesiştikleri temel nokta burasıdır.  

CHP, Atatürkçülük ve sosyal demokrasi görüşlerini benimseyen, laikliği ve sosyal devlet anlayışını temel değerler olarak benimsemiş merkez solda yer alan bir siyasi partiydi. Parti tüzük ve programında belirtilen bu görüşlerin yanında demokratik sosyalist ve sosyal liberal eğilimler de barındırmaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ve ilk yasal siyasi parti olmak özelliklerini taşıyan CHP, 1923’ten 1950 ye kadar aralıksız iktidarda kalmış ve Cumhuriyet devrimlerinin oluşumu ve uygulanmasında öncü rolünü oynamış bir partidir.  

Toplumsal muhalefetin ve CHP’nin kırılma süreci 1980 askeri darbesiyle başladı. Bu darbenin yaptırılış nedeni, Türkiye’de siyasal yapının merkezine ‘Türk-İslam sentezi’ adı altında yeni bir siyasi organizasyon modeli yerleştirmekti! Darbenin arkasındaki emperyal güçlerin asıl amacı sosyal devlet organizasyonu ve bunun örgütlenme modeli olan tüm sol unsurları yok etmek üzerine kurgulanmıştı ki bunda başarılı oldular.  

‘Kapitalist’ sömürü mekanizmasının refahı için oluşturulan bu siyasi model, ekonomik anlamda ‘neoliberal’ yapı ile bütünleştirilince toplumsal yapıdaki muhalif dinamiklerin etkisiz kalması sayesine kendine rahat bir hareket alanı buldu.  

Süreç neoliberalizm adını büyük kazanımlarla ilerlerken, 2010 yılında Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan seçilmesiyle (!), mevcut koşullar içindeki en önemli muhalif kurum olarak gözüken CHP sosyal demokrat anlayışı ve özellikle laiklik söylemini bırakarak veya kendi söylemlerine göre ‘ağız değiştirerek’ bu yapının bir parçası haline geldi. CHP ‘neoliberal’ yapıyı kabul etmesinin yanında, milliyetçi-muhafazakâr kesim ile uzlaşma stratejisi ile yeni bir örgütlenme modeli oluşturdu.   

 Bu model sonucunda, 1980 sonrası toplumsal muhalefetin üzerinden tankların geçmesiyle tek kalan ve siyasi ve toplumsal alanda sınıf temelli olmayan sosyal demokrat anlayışının da tavsiyesi ile oluşan boşluk dinsel kurumlar aracılığı ile doldurma girişimi ve dinsel kurumlar ile dayanışma ağlarının gelişmesi, yoksul kesimlerinde ‘neoliberal’ yapıya eklenmesiyle beraber bir zihniyet değişikliği oluştu. Bunun en büyük nedeni, CHP’nin refah seviyesi daha yüksek kesimler ve liberallerle kurduğu siyasi iletişim sonucunda, varoşlarda ve emekçi kesimleri dinsel yapılara bırakmasıydı.  

2002’den beri AKP’nin her seçimi kazanmasındaki temel dayanağı; CHP’nin sağa kayan stratejisi ve AKP alanına hizmet eden bir siyasi dili kullanarak seçimlere girmesiydi. Aslında tek yaptığı AKP politikalarını meşrulaştırmaktı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun emek eksenli ideolojik ve laiklik söylemlerini reddederek sadece sosyal devlet vaadinde bulunmasının ortaya çıkardığı gerçek; bırakın sınıf temelli olmasını-hiçbir ideolojik derinliğinin olmadığının göstergesiydi.   

Kemal Kılıçdaroğlu ve Ali Koç büyük umutlarla başkan seçilmişlerdi. Ama, ikisi de büyük hayal kırıklığı oldu.  

Verdikleri zararlar ters değişimlere neden olduğu-olacağı gibi, destekleyenlerin yaşamlarını ve duygularını kötü yönde etkileyecek hatalarla dolu.  

Ne devlet tarafından sağlanan sermaye ile oluşturulan aile burjuvazi kültürü içinde yetişmiş ve bilmediği bir alan hakkında profesyonellerle çalışmayıp, kendisini ve başkanı olduğu takımı başarısızlığa mahkum edecek kadar egoları yüksek birinin, ne de kutsal (!) devlet etkisi altında ast-üst hiyerarşisi içinde genel müdürlüğe kadar çıkmış ve hiçbir ideolojik derinliği olmayıp, toplumsal muhalefetin oluşumunun sokaklardan koparıp (!) kürsüde yapıp milyonlarca insanın umutlarını ve haklarını koruyamayan biriyle birlikte, toplum çıkarına pozitif değişimi gerçekleştirecek donanımlara sahip ‘lider’ olmaları mümkün değildir.  

Değişimi sağlayacak ‘lider’ diye hayal ettiğimiz bu kişiler, aslında kendi alabilecekleri sınırlı inisiyatifleri kadar vasıflara sahip kişilerdir. Her iki başkan da ‘lider’ değil ‘yönetici’ kişilerdir.  

Zaten ‘lider’ seçilmez, kendi yarattığı koşullar içerisinden kendisi ortaya çıkar.  

İşin aslı budur.