Bir ülkenin egemenliği devletin dışarıya karşı tutumundan ve içerdeki güçlerden onların mücadelelerinden bağımsız anlatılamaz kavranamaz. Cumhuriyetin 100. Yılı bu nedenle her zamankinden daha büyük önem taşıyor.

Kurtuluşun 100. yılında tehlikeli dönemeç

Sınırlar, gümrükler, farklı yasalar, kültürler dolayısıyla uluslar ve ulusal devletler hâlâ var. Bu nedenle de ulusların egemenliğinden söz ediyoruz. Ulusların egemenliğinden söz ediliyorsa egemenliğin tehlikede olabileceğini de konuşuyoruz demektir. Kime karşı? Ötekilere yani öteki egemen devletlere karşı. Bu kaba tanımla yetinmek kuşkusuz çok yanıltıcı olur. Uluslar ve ulusal devlet tanımlarını açmayı sonraya bırakarak ötekiler, öteki egemen devletler hakkında konuşalım, konuyla ilgili terim ve kavramları gözden geçirelim. Son yüzyılın en gözde kelimelerinden birisi küreselleşme oldu.

Küreselleşmenin anlamı ve kapsamı üzerine Korkut Boratav Hoca’dan yararlanalım. Şöyle yazmıştı:

“Küreselleşme terimiyle başlarsanız, sonraki söylem sizi kaçınılmaz ve zorunlu bir değişim sürecini algılamaya yönlendirir. Bu sürecin hem olumlu, hem de olumsuz sonuçları vardır; ancak sömürü değil, ‘pozitif toplamlı oyunlar’ söz konusudur. Küreselleşme söylemi, hegemonya/bağımlılık değil; karşılıklı bağımlılık ilişkilerini vurgular.” Bu terimin sınırları sermaye ve sermayenin gereksinimleri açısından anlamsızlaştırmayı amaçladığı ortadadır. Sürdürelim, ne türden bir sonuç üretiyor bu terim? “Siyaset pratiği söz konusu olduğunda küreselleşme kaçınılmaz olduğu için ve süreci durdurmak tersine çevirmek mümkün olmadığına göre ona karşı mücadele beyhudedir” (Emperyalizm, Sosyalizm ve Türkiye, Yordam Kitap, s. 26-27).

Artık burada öteki egemen devletlerle sizin egemen devletiniz arasında bu yanılsamayı kabul etmeyecekseniz eşitsiz bir ilişki var demektir. Öyleyse eski kadim kavrama, emperyalizm kavramına geri dönmeniz gerekecektir. Emperyalizm kavramı yalnızca sizin ulusal devletinizi anlamlı kılmakla kalmayacak, ulusal devletinizin karşı karşıya kaldığı sistemi yani kapitalizmi de size hatırlatacaktır. Bir şey daha hatırlayacaksınız; kendi ulusal devletinizin size sunduğu çerçevenin içinde de eğer sistemi henüz bir yenilgiye uğratmamışsanız kapitalist ilişkilerin, sınıfların varlığını görebileceksiniz. Hem kendi ulusal devletiniz hem de güçlü gelişmiş bir kapitalist ulusal devletin emperyalist karakterinden söz ediyorsanız yani “çözümlemenizi emperyalizm kavramı üzerine inşa ediyorsanız dünya ekonomisini kutuplaşmış ve kutuplar arasında (zaman zaman şiddeti de içeren) çatışmalı, hiyerarşik sömürü ve bağımlılık ilişkilerini dayanan bir sistem olarak algılamaya başlayacaksınız” (a.g.e., s. 27).

Bugün Türkiye, neoliberal politikalarla siyasetin belirlendiği, emperyalizmle eşitsiz ilişkiler içinde ne yapacağını bilemeyen bir ülke olarak kendi tarihine bakıyor; ne olup bittiğini, ulusal devleti başka bir formda, daha demokratik bir formda nasıl kurabileceğinin sıkıntılarını yaşıyor. Başlangıçta, zorlu bir mücadele ile 1. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında kendini yitirmiş, bir ulusal devlete dönüşememiş müflis imparatorluğun yerine bir ulusal devlet kurmayı başarmıştı Türkiye. Ulusal devlet kurulduğu anda, önce savaşın yıkıntıları arasında var olmayı sürdüren köylülük, eşraf, toprak sahipleri, daha sonra işçi sınıfı ve cılız da olsa tüccarlar ve kültürel birikimiyle burjuvazi ortaya çıktı. Şimdi Türkiye, işçi sınıfının nicel olarak belli bir güç oluşturduğu, sanayi sermayesinin güçlendiği ve uluslararası sermayeye bir ölçüde eklemlendiği, uygulanan savruk politikalar nedeniyle köylülüğün çiftçiliğe dönüşmekte zorlandığı bir ülkedir. Gelişmekte olan kapitalist ülkeler kategorisinde adı anılan, emperyalist merkezlerin, Dünya Bankası, IMF gibi kurum ve kuruluşlarıyla yönlendirmek istediği bir devlettir Türkiye.

Tehlike büyüktür

Aradan 100 yıl geçti. Dönüp bakma zamanıdır. İlk bakışta görülen yüzyılın son çeyreğinde gericiliğin uyuyan hücrelerinin uyandığıdır. Meclis’te radikal devletin sert uyarıları karşısında varlık gösterememiş, hevesleri yarım kalmış 2. Grubun takipçileri canlandı. Kuzeydeki sosyalizm denemesinden uzak tutmak için canla başla çalışan emperyalizm, sonunda o güne kadar “denge” politikası izleyen Türkiye’yi NATO eliyle, Kore Savaşı’yla Batı’ya bağlamayı başardı.

Bu bağlanmanın faturasını halk sınıfları ödediler, ödemeye de devam ediyorlar. Darbeler darbeleri izledi; kör topal var olmaya çalışan, yalnızca seçimlerle tarif edilen “demokrasi” darbelerin çizdiği çerçeve içinde ilerlemek ne kelime, her geçen gün biraz daha sınırlı, kısıtlı halinden bile geriye düştü. Ama yine de demokratik haklar için mücadele önlenemedi; cumhuriyetin anlamı olan laiklik ortadan kaldırılamadı, Emperyalizmin Türkiye’yi savaşa sürükleme çabaları başarı kazanamadı. Kurtuluş Savaşı’nı bir Meclisle Kuruluş aşamasına geçiren radikal siyaset, kısa bir süre içinde Köy Enstitüleri gibi olumlu adımları akamete uğratan saldırılarla geriletildi. Sorunları çözmemekte direnen Cumhuriyet yüz yılının son çeyreğinde neoliberal politikalarla, ülkemizi daha kolay yönlendirilebiliyor, Suriye örneğinde olduğu gibi içinden çıkılması güç serüvenlere sürüklenebiliyor.

Yaşamsal soru: Devlet kimin?

Bir ülkenin egemenliği nasıl tanımlanabilir sorusuna filozoflar yaşadıkları çağların koşulları içinde çok farklı yanıtlar verdiler. Thomas Hobbes Devleti tanımlarken “insanı yabancıların saldırısından ve birbirlerinin zararlarından koruyabilecek” bir kurum olarak tanımladı (Leviathan, YKY, s. 136). Burada bağımsızlık ve egemenliğin içerideki bağlantısına, yani egemenliği tehlikeye düşüren iç bağlantıya bir atıf vardır. Devlet bir yabancı istilaya karşı egemenliğini koruyacaksa karşı karşıya bulunduğu en önemli zorunluluk içerideki işbirlikçiyle de savaşmak zorunda olmasıdır. Ülkeleri yabancı saldırılara karşı halk sınıflarını koruyabilirler. Kurtuluş Savaşı’nda da böyle oldu. Osmanlının egemenleri İngilizlerle kucak kucağa, kendi varlıklarının derdine düştüler; halk sınıfları ise kurtuluşun önderleriyle birlikte savaştılar.

Ulusal egemenliğin iç ve dış cephelerini ve bağlantılarını anlamak için saltanat ve hilafetin kaldırılması konusundaki çatışmalara bakmak açıklayıcı olabilir. Özellikle de Mustafa Kemal’in mecliste yaptığı bir konuşmaya dikkat çekelim. Bu konuşmada Mustafa Kemal “Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet saltanat kuvvetle kudretle ve zorla alınır” demişti. Saltanatın ilgası, kaldırılması sonrasında yine İngiltere’nin desteği ile Halife’nin yürütme gücüne sahip olması gerektiği iddiaları üzerine benzer yöntemlerle hilafet de kaldırılmıştır. Her iki radikal kararda da saltanat ve hilafet yanlıları itiraz etmeye çalıştılarsa da başarılı olamamışlar, ama 2. Grup yok olmamış, her fırsatta kendini göstermekten, güçlenmeye çalışmaktan vazgeçmemiştir. 2. Grubun devamcıları bugünlerde kendilerini daha cesur hissediyor olmalılar ki, her fırsatta intikamcı nutuklar atmaktan geri kalmıyorlar. Her zaman var oldular ve olmaya da devam ediyorlar. Onlar Amerikan 6. Filosu Boğaz’a demirlediğinde ’68’in devrimci yurtsever gençleri Dolmabahçe kıyılarında Amerikalıları kovalarken, 2. Grubun takipçileri Filo’ya karşı secdeye duranlardı.

***

Kısacası bir ülkenin egemenliği ülkenin, devletin dışarıya karşı tutumundan ve içerdeki güçlerden onların mücadelelerinden bağımsız anlatılamaz kavranamaz. Cumhuriyetin 100. Yılı bu nedenle her zamankinden daha büyük önem taşıyor; çünkü mücadele yitirilirse şimdi tehdit altında olan 100 yıl öncesinin kazanımları da yok olabilir, ülkenin geleceği karartılabilir. Demek ki cumhuriyetin ilanı önemliydi ama onun korunması ve geliştirilmesi en az o kadar önemlidir.

Çünkü geliştirilmeyen demokrasi geriliğin gericiliğin tuzaklarından kurtulamaz…