Hep dert etmişimdir; benim gibi felsefe konusunda eğitimsiz kişilerin de derdidir biliyorum; geçmiş yüzyılların filozoflarını, düşünürlerini nasıl okumalı, nasıl değerlendirmeli? Yaşadıkları zamana ne kadar nüfuz edebiliyorsak artık, o “zamanın ruhunu”, koşullarını dikkate alarak değerlendirmek bir çıkış noktası olabilir mi, ne dersiniz? Kimileri düşünsel birikimin vazgeçilmezleri arasında parlamayı sürdürür, kimileri yalnızca çağlarını yansıtmakla sınırlı kalır. Özellikle yöntem sorunları üzerine derinleşmiş olanlar çağlarını aşar, günümüzün geleceğe uzanan sorunlarını çözmekte, bilimsel gelişmeyi hızlandırmakta işlevsel olmayı sürdürürler. Bu türden düşünürler kendi çağlarının teorik ve pratik, siyaseti etkileyen “kanaat önderleri”, kimi zaman militanı olmakla kalmaz, günümüzde de ilerlemenin öncü, yol açıcı işlevsel düşünürleri olarak bilimcilere, bilim insanlarına, siyasetle uğraşanlara ışık tutar, hizmet ederler. 

Bu düşünürlerin bir kısmı ise kuşkusuz geçen zamanın değişen koşulların, her türden gelişmenin süzgecine takılır; söylediklerinin önemlice bir bölümü, takipçileri ne kadar vefalı olursa olsun, işe yaramaz dogmalar olarak kitaplarda kalır. Hâlâ ayakta kalmayı başaranlarla ilgili yorumlarda değişiklikler gerekli, kaçınılmaz ve zorunlu olur. Ölçü şudur ki geleceğe ilişkin öngörüler taşımayan, dünyanın şimdiki halini gerçekçi bir şekilde tasvir etmeyen, edemeyen düşüncenin varlığını sürdürmesi de mümkün olmaz. Bu ancak baskıyla, zorla ve ancak göreceli bir süre için mümkün olabilir. Farklı biçimlerde tezahür eden baskı ve zorun egemen olacağı sürenin uzunluğu ya da kısalığı, teoloji alanında hayat bulan ve reforma dirençli kesimlerin, baskıdan zordan yana olan sınıf ve katmanların, siyasetçilerin, teknokratların, bilimi kendi çıkarlarına göre yönlendirmek isteyen ve bunda başarı kazanan efendilerin biçimlendirdiği Leviathan’ların ömrü kadar olacaktır ve bu ömür ancak mücadele ile kısaltılabilir.  

Leviathan deyince ister istemez 17 yüzyılın en önemli düşünürlerinden Thomas Hobbes’tan söz etmek, söylediklerimiz acaba bu filozofun yazdıklarıyla kanıtlanabilir mi diye okuyup, delil toplayıp, alıntı peşine düşüp sonuçsuz bir uğraşın içine girmek ne anlamsız şey demiyorsak, hiç değilse iki üç satır karalamayalım mı? 

HOMO HOMINI LUPUS 

Hobbes çok sayıda eser verdi. Bir yandan zamanın önemli efendilerinden birinin Cavendish ailesinin desteği ile tehlikelerden korunmaya çalışıyor, bunun için Fransa ile İngiltere arasında mekik dokuyor, birinde tehlike artarsa ötekine, ötekinde baskı yoğunlaşırsa diğerine sığınıyor bir yandan da eserlerini yazmayı sürdürüyordu. Kilisenin mutlak otoritesine karşı çıkıyor ama geliştirdiği insanın kimi hasletleri nedeniyle kaçınılmaz bulduğu mutlak egemenin zorunluluğunu teorileştiriyordu. Artık herkesin bildiği ve Hobbes denilince hemen akla geliveren “homo homini lupus - insan insanın kurdudur” ve “bellum omnium contra omnes - herkesin herkese karşı savaşı” özdeyişleri konuyu biraz basitleştiriyor olsa da Hobes’un tezini pek güzel anlatıyor. Hobbes konusunda önemli bir çalışmanın sahibi olan Deniz Zarakolu’nun Thomas Hobbes’un Siyaset Felsefesi (Belge Yayınları) adlı çalışmasından aktaralım. Hobbes Thukydides’in Atina-Sparta savaşını anlatan Peleponnesos Savaşı adlı eserini katkılarda bulunarak İngilizceye çevirecek, görüşlerini daha o ilk çalışmada heyecanla duyuracaktır. Şöyle not düşer Hobbes: “Thukydides kadar yoktur beni memnun edeni / Demokrasinin aptalca bir şey olduğunu söylüyor / Tek bir kraldır cumhuriyetten daha akıllıcası / Retorikçilere rehber olsa da / Böyle demektedir İngilizce öğrettiğim bu yazar” (s. 57). 

Demek ki Hobbes’u anlamak için hep sahip çıktığı mutlakiyetçiliğini gözden uzak tutmamak gerekecek, en iyimser yorumlarda bile, örneğin onun barışa ulaşmanın çaresiz uğrağı olarak mutlakiyetçiliği savunduğu gibi dikkate değer görüşleri beğensek de "egemenin mutlak egemenliği” temel tezini eserlerinin her satırında görebiliriz. Bu arada Descartes’la olan kavgasını Galilei Galileo ile dostluğunu da zikredelim ki, zamanının ne kadar önemli bir düşünürü olduğunun altını çizmiş olalım. Descartes’le olan kavgası, ağız dalaşı mı desek, pek ilginçtir doğrusu. Yine Deniz Zarakolu’nun değerli çalışmasından öğrendiğimiz kadarıyla (a.g.e., s. 60) Hobbes Descartes’ı optik konusunda fikirlerini çalmakla suçlamakta, Descartes da ortak dostları Mersenne’ye yazdığı mektupta “o benim üzerimden ün kazanmaya çalışan biriymiş meğer” diye öfkesini dile getirmektedir. İşin tuhafı şudur ki, sahip çıktıkları optik konusundaki tezin gerçek sahibi Galileo’dur. 

Olur böyle şeyler, şimdi de olmuyor mu? 

YA BEHEMOTH YA LEVIATHAN 

Konumuza dönelim ve de fazla uzat mayalım; özetle diyelim ki, Hobbes’un Leviathan’ı şu meşhur “canavarı” mutlakçı devlet tezini ve bu devletin olmazsa olmazı egemenin mutlak egemenliğini pek güzel savunmakta, zamanımıza kadar uzanmaktadır. Değerli filozofumuz insanlığın karşı karşıya kaldığı ikilemi pek acımasız bir şekilde ortaya koyar. Ona göre Leviathan ya da devlet öyle pek mükemmel bir şey değildir. Ama bir seçim yapmak gerekmektedir. İnsanlar ya kendi kendini yiyen canavarı Behemoht’u yani özgürlüğü seçecekler, özgür ama güvensiz, korku içinde bir yaşam sürecekler ya da Leviathan’ı seçecek egemene boyun eğecek, korkusuz ve huzur içinde yaşayıp gideceklerdir. İnsanların bu türden bir huzuru her zaman yeğleyeceklerini pek çok yerde vurgulayan Hobbes, Leviathan’ın 11. bölümünde, aklımda doğru kaldıysa “insanlar diyordu, bir üçgenin üç açısı bir karenin iki açısına eşit olmalıdır düşüncesi herhangi bir insanın egemenlik hakkına ya da egemenlik kurmuş olan insanın çıkarlarına aykırı olsaydı bu gerçeğin tartışılması bir yana tüm geometri kitaplarının yakılarak yok edilmesi ile sonuçlanırdı.” Bu açılardan bakıldığında Hobbes’un nedenler konusunda yanılıyor olsa da sonuçlar konusunda pek dikkate değer bir tez geliştirdiği ve bu gerçekçi tezin zamanımıza kadar hükmünü yürüttüğünü “modern devlete” giden yolu pek iyi tasvir ettiğini kabul etmekten başka ne yapabiliriz ki. Daha sonraki yıllarda Leviathan’ın çok farklı tarifleri, tanımları yapılmışsa da modern devletin bile bu tezin sınırları dışına çıkamadığı, çıkmak istemediği en “liberal” halinde bile aslına, Leviathan’a dönme kapasitesine sahip olduğu ortada bir şeydir. Leviathan’ın kimi zamanlarda ve kimi ülkelerde arada bir ortaya çıkan her türden demokratik fırsatlardan pek hoşlanmadığını da bilelim ki, “tarih bir seyircidir, iş o tarihin içinde iş yapacak olanlara kalmıştır” diyerek bu ahkâm kesme işine son verelim. 

MİRASIN SAHİBİ VAR 

Madem ki Hobbes gerçekleri beğenerek, kaçınılmaz bularak, övgüyle anlatıyor, biz de gerçeklerin nasıl değiştirilebileceği konusunda söz söyleme hakkımızı kullanalım. Ama önce tehlikenin büyüklüğünün yine yakın sayılabilecek tarihe ve Hobbes’un doğal mirasçısı, bugünlerde pek revaçta bir muhterem şahsiyeti anarak anlatmayı deneyelim. Bu hevesli mirasçı tahmin ettiğiniz gibi Carl Schmitt’tir. Yazdığı kitapların tezlerinin temelini özetle egemenliği bir şekilde ele geçirmiş olan egemenin “olağanüstü hal” ilan ederek hükmetmek ve bu süreci dilediği kadar uzatabilmek yetkisine sahip olduğu fikri oluşturur. Bu yetkinin yasal ya da meşru olması gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır Schmitt’e göre. Bu nedenle de Schmitt, iktidarın bir şekilde korunması fikrini esas almış ve bu fikrini değiştirmemiştir. Weimar Cumhuriyeti’nin son aylarında hükümetler birbirini izlemiş, iktidarın muhafaza edilebilmesi için neler yapılması gerektiği konusunda Cumhurbaşkanı Hindenburg’a yazılan bir raporda hükümetin güvenoyuna başvurmak gibi anayasal zorunluluğu bir yana bırakıp, hükümetin devamına yasal kaygılar taşımaksızın devamına karar vermesini istemişti. Böylelikle Hitler’in iktidara gelmesi önlenecekti. Hindenburg bu öneriyi reddetti. Schmitt “işte şimdi cumhurbaşkanının siyasi hayatı sona erdi” diye konuştu. Gerçekten de kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı Hitler’e hükümeti kurma görevi verdi. Schmitt yeni durumda otoritenin mutlaklığı konusundaki fikrinin hayata geçirecek lideri bulmuş oldu ve Hitler rejimine hizmet konusunda daha erken davranmış Hitler’in filozofu Heidegger’in de teşviki ile NSDAP’a üye oldu. Schmitt kısa bir süre içinde yükselecek ve Hitler’in Kronjurist’i, başhukukçusu olacaktı. Kısacası Schmitt görüşlerini değiştirmemiş ama lideri değiştirmişti. 

Otoritenin akademiye, akademisyenlere söz ve diş geçiremeyeceği fikri bir yanılgıdır. Kuşkusuz direnenler, ısrarla özgür düşüncenin yandaşı olmayı sürdürenler, koşullar ne olursa olsun varlıklarını sürdürenler olacaktır. Sanat ve kültür dünyası da bu türden baskı dönemlerinde ayakta kalanlarla, teslim olanlar, teslimiyetlerini bir şekilde meşrulaştıranlar arasındaki farklar gözle görülür hale gelir. 

*** 

Aslında bu yazı bu kadar uzamayacak, tutuklu arkadaşlarımızın bir an önce özgürlüklerine kavuşmaları, seçilmiş milletvekili Can’ın parlamentoya, Gezi tutuklularının özgürlüğe, gazeteci arkadaşlarımız Barış ve Merdan’ın, tutuklu gazeteci arkadaşların işlerinin başına dönmelerini ısrarla savunanların, pek çok siyasi tutuklunun özgürlüklerine kavuşmaları için çaba gösterenlerin desteklenmesi gerektiğini anlatmaya çalışacaktık. Ama şu gök kubbenin altında kimi zaman trajik olanın fars ya da komedi olarak tekerrür ettiğini bilmiyor muyuz? Umuyoruz ki bu anlamsız komedi kısa sürede perdelerini kapatacaktır. Sahne, sanatın, kültürün semtine uğramamış “şairleri” keşfeden, esen rüzgârı tahmin ederek ne olur ne olmaz kaygısıyla sığınak arayan şarkıcıları ciddiye almayacak, üretmeye devam edenleri korumayı, kollamayı unutmayanlara hep açık kalacaktır.  

Hayat devam ediyor; öyleyse doğanın da izniyle bu yazının da bir devamı olacaktır…