Pazar günü, 10 Ocak’ta, Çalışan Gazeteciler Günü nedeniyle görkemli, duygulu ve anlamlı bir kucaklaşma yaşadık TEKEL işçileri ile

Pazar günü, 10 Ocak’ta, Çalışan Gazeteciler Günü nedeniyle görkemli, duygulu ve anlamlı bir kucaklaşma yaşadık TEKEL işçileri ile. G-9 Gazeteciler Platformu’nu oluşturan TGS, TGC Ankara Temsilciliği, ÇGD, PMD, TFMD, DMD, EMD, AEJ Türkiye Temsilciliği, PHKD, TURÇEV ve HABER-SEN adına bir grup gazeteci,  TGS’nin Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (FIJ) ile birlikte düzenlediği İnsan Hakları Gazeteciliği eğitim programından çıkıp, sloganlarla yürüdük TEKEL işçilerine. İşçilere, 10 Ocak 1961’de gazetecilere sağlanan hakların ve güvencelerin yıllar içinde iktidarlar tarafından birer birer budandığını, artık 10 Ocakları bir bayram olarak kutlamadığımızı anlattık: “Örgütlenip sendikalı olmaya çalışıyoruz, işten atılıyoruz. Krizde ilk tasarruf kalemi olarak görülüyor işten atılıyoruz. Medya patronlarının yasa tanımaz tavırları iktidarın umurunda olmuyor. Aynı iktidar, dünyada benzeri görülmemiş bir hızla memleketin medya sahiplik yapısını değiştiriyor. Çalışanlarına hoyratça davranan medya patronları, bu kez iktidarın hoyrat tavrıyla sıkıştırılıyor. Baskı genel yayın yönetmenlerini değiştirtiyor, patronları istifa ettiriyor. Örgüt üyeliği, darbecilik, propaganda, yargı sürecini etkilemek, hakaret gibi gerekçelerle gazeteciler yargılanıyor, hapsediliyor, ağır para cezalarına çarptırılıyor. Açlık ve işsizlikle ‘terbiye’ olmamışsak, Adıyaman Gergerli gazeteci Boğatekin gibi mahkemelerde süründürülüyor, cezaevlerine konuyoruz. Araştırmacı gazetecilik yapıp Hrant Dink cinayetinin izini sürmeye kalktığımızda Nedim Şener gibi yargılanıyoruz. Olmadı; Balıkesir Bandırma’da Cihan Hayırsevener gibi vurulup öldürülüyoruz. Madenlere gömülen kömür işçileriyle çırpınıyor, dağa düşen helikopterde donuyor, Tekel işçileriyle birlikte coplanıp gazlanıyoruz. Kısacası yıpranıyoruz, ama iktidar ‘yıpranmıyorsunuz’ diyor. Olan halkın haber alma hakkına oluyor” dedik. İşçiler, memurlar, öğrenciler, son yılların toplumsal olaylarında gazetecileri kendilerinden görmez ve “Banu Alkan nerede basın orada, işte haber anlayışınız” diye ayıbımızı yüzümüze vururken, TEKEL işçileri sımsıcak kucakladılar bizi. Onlar medya patronu ile basın emekçisi arasındaki farkın farkındaydılar. Biz de onlara, mücadelelerinin geleceğimiz için mücadele olduğunu bildiğimizden, yanımıza küçücük bir kızımızı da alarak geldiğimizi, “onlara güç vermeye değil onlardan güç almaya” geldiğimizi söyledik. AKP iktidarı sürecinde basın ve ifade özgürlüğü alanında nereden nereye geldiğimiz ortada. Medya gruplarının, eğer tam anlamıyla iktidarın dümen suyuna girmemişlerse, maliye baskısıyla nasıl teslim alınmaya çalışıldıkları, medya mülkiyetinin nasıl iktidar yanlısı sermayenin eline geçtiği ortada. Medyada yaşananların bir demokratikleşme sürecine işaret ettiğini kimse söyleyemez. Zaten söyleyemiyor da! H. Cemal, A. Bayramoğlu, C. Çandar, O. Çalışlar gibi, AKP’nin muazzam bir demokratikleşme hamlesi yaptığını ve ülkeyi askeri vesayetten kurtardığını savunanlar da, medyada yaşananların demokratikleşme tezlerine ters olduğunu kabul ediyorlar. Bu liberal kalemler, kendisi demokrat olmayan bir siyasal aktörün demokratikleşmenin lokomotifi olduğunu nasıl düşünüp savunabiliyorlar anlayamıyorum. Yalnız, son günlerde üst düzey bir bürokrattan duyup dillerine doladıkları bir saptamaya katıldığımı ve hak verdiğimi söyleyeyim: “Devlet içindeki Sovyetler Birliği çöküyor…” Bu konuda haklılar. Sovyet deneyimine mesafeli olduğumu bilen bilir, ancak Sovyetlerin aynı zamanda herkese ücretsiz kamu sağlığı hizmeti, ücretsiz eğitim, toplutaşıma gibi bir boyutu olduğunu da kabul edelim. Sovyetler Birliği çökünce, son 20 yılda, örneğin Ukrayna’da ortalama insan ömrü de 10 yıldan fazla kısaldı. Liberaller haklı; bizim devlet içindeki Sovyetler de, artık ne kadar varsa, ömür kısaltıcı bir rotada çökmekte! Eğitimi, sağlığı, kısaca ne varsa kamunun elinde kamu yararına kullanılacak, satıp özelleştirerek, hepsinden kurtularak!