Memleketin tarihi, boylu boyunca linçtir. 6-7 Eylül’den Sivas’a, ’78 Maraş’tan Trabzon’da beş Halk Cepheli gencin beş bin kişi tarafından linç edilmesine, Ülkücü Komandolar’dan “Palalı”ya dek, karanlık bir zincir vardır. AKP devrinde lincin rutinleştiğinden söz edilir. Sadece Serendi’yi ve Sürgü’yü düşünün. İşsiz güçsüz, mazlum Romanların yurtlarını sonuçta terk ettiğini, bir Ramazan davulcusunun koca beldeyi, bir Alevi aileye kolayca saldırttığını hatırlayın.

Linç halkın bir kesiminin, “suçlu” veya “sorumlu” ilan ettiği başka birilerine kendi imkânlarıyla, taş, sopa, bıçak gibi araçlarla saldırması, darp etmesi, sonunda döverek öldürmesi anlamına geliyor. Ölümle sonuçlanmayan saldırılara da linç diyoruz. Kurbanlar, bazen Ermeniler, Hıristiyanlar, bazen Aleviler, bazen solcular, bazen eşcinseller, son yıllarda ise daha çok PKK eylemleri nedeniyle sıradan Kürtlerdir.

Linççiler, çoğunlukla sivil polislerin, parti militanlarının, istihbaratçıların önderlik ettiği karmaşık ve heterojen gruplardır. İşsizler, eğitimsiz kitleler linç seferlerine katılmakla, hayatlarında belki de ilk defa “önemli” ve “işe yarar” olduklarına dair bir his elde ederler. Bu, linci aynı zamanda bir yağma ve barbarlık eylemi yapar. Bu güruh, milleti “bizden” ve “bizden olmayanlar” olarak ayırır, gerisi ise artık çorap söküğü gibi gelir. Linç, başlı başına siyaset, devlet ve özellikle “yargı” mekanizmasının da inkârıdır. Herkes kendi istediğine göre başkalarını “cezalandıracak” ise devlete ve yargıya gerek yoktur. Linççiler de zaten bu fikirdedir. “Cezasını kendimiz veririz”, “bir gece ansızın gelebiliriz” ya da “meclisi basarız, bölücüleri asarız” sloganlarındaki gibi.

Türk siyasi tarihinde linç dendiğinde akla 6-7 Eylül gelir. Menderes başbakan iken gerçekleşen bu lincin faturası korkunçtur. Hıristiyanlara saldıran “sivil” gruplar, iki gün içinde beş bin mekânı tahrip etmiş, 11 kişiyi öldürmüş, en az 60 kadına tecavüz etmiştir. İstanbul’da yaşayan Rumların önemli bir bölümü bu saldırıdan sonra Türkiye’yi, bir daha dönmemek üzere terk etmiştir.

Yassıada’da yargılanan Menderes, 6-7 Eylül’e dair, “Bu bir tertip değildir, Türk milletinin vatanperverliğinin ve siyasi dehasının bir tecellisidir, burada milli bir heyecan vardır” demişti. “Milli heyecan” denen eylemin “kontrgerillanın muhteşem organizasyonu” olduğu yıllar sonra Sabri Yirmibeşoğlu tarafından itiraf edildi. “Milli heyecan” falan aslında yoktu, yaratılmıştı.

Sonra 12 Mart ve 12 Eylül, “Sayın Muhbir Vatandaşlar!” başlıklı bildirilerle lincin yolunu sonuna kadar açtı. Kavgalı olduğu komşusunu ihbar edeni mi dersin, üniversite öğrencisini “terörist” diye jurnalleyeni mi dersin, evine çok misafiri gelen mahalleliyi “teröristler toplantı yapıyor” diye emniyete bildireni mi dersin, “top sakal bırakıyor” diye sokağındaki gençten şüpheleneni mi dersin, envai çeşit muhbir görüldü. Aradan geçen 45 yıldan sonra ihbarcılık, yönetmeliğe bağlandı. 31 Ağustos 2015 tarihi itibarıyla AKP, “teröristin yerini yahut kimliğini bildirene” tam 4 trilyon lira verecekmiş. İhbarcılık, “maaşlı” ve “saygın bir zanaat” haline geldi. Tayyip Erdoğan, polise ek olarak “linç görevi”ni esnaflarına verdi. Canım Ali İsmail Korkmaz ve gazeteci Nuh Köklü, işte bu emir sonucu “esnaf”larca, taş, sopa, odun, demir ve bıçakla katledildi.

Tarih hep dönermiş, 8 Eylül –tıpkı 1955’in 6-7 Eylül’ü gibi- , Türkiye siyasi tarihine ülke çapında esen kirli bir linç dalgası olarak yazıldı. “Tayyip Erdoğan’ın Askerleri”nin Hürriyet’i üst üste iki kez basması, ekmeğinin peşinde dilsiz yollara düşüp Ankara’ya gelen yaşlı mevsimlik işçinin soyulması, Atatürk heykelinin zorla öptürülmesi, kan içinde bayılana kadar dövülmesi, parti binalarının basılması, cam çerçevelerin indirilmesi, mahallelerin kuşatılması, otobüslerin çevrilip yolcuların darp edilmesi, üstelik Kırşehir’den İstanbul’a, Manavgat’tan Kayseri’ye bir anda oldu. AKP devletinin görünmeyen elleri linççilerin arkasındaydı. Linç seferini organize eden bu defa bizzat Saray’dı. Menderes’ten Erdoğan’a Türk dinci-milliyetçi damarı kan dökmeye, uğursuz tarihi tekerrür ettirmeye devam ediyor.