Ben bir gün ölmüşüm. Akşamüstüymüş. Küçük eski binadaki, iki oda bir salon öğrenci evinde bir odadaymışım

Ben bir gün ölmüşüm. Akşamüstüymüş. Küçük eski binadaki, iki oda bir salon öğrenci evinde bir odadaymışım. Orhan insanın canını sıkacak sessiz bir adam. Hep sınıf mücadelesi, faşizm, sosyalizm anlatırmış. Korkmuş, kalın gözlüklerin arkasından bakmış, alnımı okşamış, sanki başkasına sormuş: Hüseyin, Hüseyin. Sapsarı ben ağzımı açamamış, ses çıkaramamışım, lalmışım. İdam mangasının karşısındaki donmuş adam gibi, trompet sesleri yavaşlamış, ev altüst olmuş, siyah perdeler inmiş, dünya kararmış. Kulağım sesten patlamış, göz kapaklarım düşmüş. Etrafta galiba ağlayanlar, korkuyla bağrışanlar çokmuş. Levent her yeri velveleye vermiş. Ölüyor, ölüyor diyen, ne yapacağız deyip duran biri daha varmış. Sonra sesler gitgide yavaşlamış, susmuş, ne trompet, ne insan, ne erkek, ne kadın sesi, sanki bir makinenin fişi çekilmiş. Bir et ve kemik yığınının içinde boğazı sıkılmış durmuşum. Yıllar geçmiş, perde kalkmış, güneş atmış. Sanki dünyaya biri gelmiş. Bir bedene kaçmış ben uyanmışım. Birkaç dakika sürmüş ama bir ömür gibi gelmiş. Bana da, başımdakilere de. Kaslarıma gidecek penisilinin patavatsız bir damlası niyeyse kanıma girmiş. Başını kaşıyan, durmadan bir şeyleri yeniden soran gözlüklü doktor öyle demiş, bir de ucuz yırttığımı.

Ölseymişim, alıp götürür sararlarmış. Ağlayanlar, ağıt söyleyen anam falan. Komşular gelir, herkes üzülürmüş. Babam aslan gibi oğlum, hukuk okuyordu, dermiş. Belki yağmurda, belki yaz güneşinde, köyümüzün ağaçlı mezarlığına gömülürmüşüm. Bir taşım olurmuş başucumda, bir de arada rüzgârla beraber sohbet edeceğim yorgun meşe ağaçları. Sonra bizimkiler üç, yedi, kırk günlüğümü verirlermiş. Ben onları karşılar, sevinirmişim. Onlar bana ağlar, ben onlara gülermişim. Onlar yukarıda, ben aşağıda devam edermişiz. Dokunmayın, kaldırmayın kapağı, böyle iyiymişiz.

Yıldönümleri gelirlermiş. Bir mum, pısımlay pısımlay, ya Mıhemmed, ya Ali, bir kırık dua, ya da etrafa dağıtılacak bir tepsi niyaz. Ölülerle konuşmak gerekirmiş. Açlar mı, mutsuzlar mı. Kışın soğuk, yazın sıcak mı. Vahşi kurtlar kazmış mı, yiyecek aramış mı. Külrengi bir heremus yerin altını delik deşik oymuş mu. Taş düşmüş, toprak kaymış mı. Yağmur sızıp, çatlak yapmış mı. Hem sonra ben de merak edermişim. Benim fukara ziyaretçiler fatiha okumaz, yasin indirmezlermiş, bu işleri bilmezlermiş. Ama şehirden en azından bir mıle getirirlermiş. O başımda bir şeyler geveler, ben dinlemez, belki ıslık çalarmışım. Sonra köyün ucuna gider, eskiden uçurumdan düşen çobanı, altınları saklayan yeraltı geçidini, köydeki eski hayatları, askerde vurulan birini, ciranların nereye gittiklerini konuşurlarmış. Sonra da birlikte getirdikleri erzakı yer, çeşmeden ipince akan suyu avuçla içerlermiş. Ölüler onlara bakar, doyarmış.

Aradan yıllar geçer, başkaları gelir, mezarlık sakinleri artarmış. Ağaç gölgelerinde yeni mekânlar, mezarlık genişlermiş. Herkesin yeri ayrı, zengini fakiri, genci yaşlısı. Geceleri tüm ölüler ayaklanır, şarkılar söyler, dost rüzgâra dert, birbirlerine masallar anlatırlarmış. Birbirlerinden, bir de rüzgârdan gayrı sadık dost yokmuş. Şarkıdan, tozdan, karıncadan, mılawondan yorulur, güneşle uykuya dalarlarmış.

Bir de başka ölümler varmış. Her şeyden, herkesten gizli, korkakça, kimileyin topluca öldürülenler. Öldüren, ölen, tepe, ağaç, kuş, ırmak, yer bile utanırmış. Kayıt kuyut yokmuş. Geride yalnızca namludan havaya dağılan bir is, dağa çarpıp yankılanan ses, suya akmış kan, yılanlara-çıyanlara et, yırtıcıya kemikler kalmış. Bir de hiç unutulmaz bir büyük suç. Ne bir dua, ne ağlamalar, -belki de vicdanlı birisi arada- dünya ıpıssız, kuşlar kanat çırpmaz, dağ gözünü kapamış, ötesi kimselerin bilmediği bir çukurda yalnızlıkmış. Çocuk, kadın, erkek, saç, baş, boyunda renkli bir ip, altından diş, kızıl kınalı tırnak, belki bir tarak, ayna, plastik bebek, her şey iç içe.
Tüm cinayetler pislikmiş. Arınma gerekmiş. Eski Yunan’da Apollon pitonu öldürünce bile Tepmê Nehri’nde yıkanmış. Kazmak gerekmiş o bilinmez çukurları, el üstündeki eli, göze değen gözü bulmak, kimin kim olduğunu anlamak, meftunları usulünce gömmek şartmış. Toz parçası, yeniden toz olsun diye. Bu, sessizce ölenlere saygı, kalanlara görevmiş. Hakmış.

Heremus: köstebek, Mıle: imam, ciran: komşu, mılawon: kertenkele, meftun: gömülmüş.