Google Play Store
App Store

Ülkemiz yangın ve su baskını felaketleriyle sarsılırken, sosyal medyada bu felaketleri ‘Mehdi’nin gelişinin öncülleri olarak göstermeye çalışanların fantezi dünyaları, Hollywood’un distopik ‘felaket filmleri’ni aratmıyor.

‘Mehdi’yi beklerken...

Doğanın kurallarına saygı duymayan insanoğlunun kendi sonunu hazırladığını net biçimde görebiliyoruz artık. Havasını, suyunu ve toprağını kirletmekten geri durmayan, bilimin uyarılarını hiçe sayan insan toplulukları evrenin dört bir köşesinde doğa felaketleri ile karşılaşıyor. Ozon tabakasının delinmesine yol açan kimyasalların kullanımı arttıkça bu felaketler sıklaşıyor. Buzullar eriyor, denizler ve karalar ısınıyor. Yerkürenin bir bölümü kuraklıktan kırılırken, bir başka bölümü sular altında kalma tehlikesi ile karşı karşıya. Bütün bunları uzak bir geleceğe ait tahminler olarak görenler, yaşanan son felaketlerden sonra, insanlığın karşı karşıya olduğu tehlikenin boyutlarını kavramaya başladılar. Ama, sağ kanat siyasetçiler, ‘takdiri ilahi’ deyip işin içinden çıkabiliyor hâlâ…

Oysa, sinemacıların bu alandaki uyarılarına kulak verseler, tehlikenin o kadar da uzak olmadığını görebilecekler. Büyük kısmı gerilim-korku türünde olan ürünlerin temel hedefi para kazanmaktan başka bir şey değil elbette. Seyirciyi korkutmayı başararak bu hedeflerine ulaşanlar çoğunlukta, ama Hollywood’un dünyada yükselen ‘trend’leri çok yakından izlemelerinin bir sonucu olsa gerek, insanlığı uyaran, çevre duyarlığını yansıtan/kışkırtan filmlerin sayısı da hızla artıyor. Ama, pek çoğu Amerikan sinemasının zaaflarından kurtaramıyor kendini. Siyaset dünyasının kirliliğini ya da savaşın acımasızlığını anlatma savıyla karşımıza gelen pek çok üründe olduğu gibi, kötü bireylere karşı ‘iyi’lerin zaferiyle sonuçlanıyor doğa felaketlerini konu alan filmler. Gerçek sorumlunun sistem olduğunu vurgulayabilenler ise azınlıkta...

DOĞANIN İNTİKAMI

Deprem ve tsunami, felaket filmlerinin en gözde konuları arasında. Bilimsel verilerden yola çıkan sinemacılar, düş güçlerini kullanarak yakın gelecekte dünyamızın başına gelebilecek felaketleri anlattılar, anlatmaya da devam ediyorlar. Büyük fırtınalar, seller, dev dalgaların yuttuğu kentler, yanardağ patlamaları, heyelanlar/çığlar sinemanın sıklıkla başvurduğu doğa olayları arasında. Bu türün örneklerinin bir kısmı yaşanmış felaketlerden ilham alırken, büyük bir bölümü kurmaca yapımlar.

Roberto Rosselini’nin 1950 yapımı “Stromboli”den Katrina kasırgasını konu alan “Saatler”e, Çinli yönetmen Feng Xiaogang’ın “Artçı Şok”undan Juan Antonia Bayona’nın “Kıyamet Günü”ne pek çok örnek verilebilir gerçek öykülere dayanan. Bazense, mevcut bir potansiyel tehlikeden yola çıkıyor sinemacılar. Amerika’da San Andreas fayının kırılmasını anlatan “San Andreas”da olduğu gibi. Hepsi de, etkileyici -çoğunluğu stüdyoda sanal ortamda yaratılmış- sahnelere sahip, gişe garantili yapımlar olan ‘felaket filmleri’ bütçelerinin yüksekliğine karşın stüdyo patronlarının gözde türleri arasındadır. Esas amacı insan doğasını tartışmak olan ve “Turist” adıyla ülkemizde gösterilen Ruben Öslund’un “Force Majeur”ünün kısacık ama etkileyici çığ sahnesi de burada anılmayı hak ediyor sanırım.

Yangınlar da, çarpıcı görsellikleriyle sinema için iyi bir ‘malzeme’ oluşturur. Ron Howard’ın En İyi Görsel Efekt Oscar’ı alan filmi “Alev Kapanı” (Backdraft) ve Joseph Kosinski’nin “Korkusuzlar”ı ilk akla gelen yangın filmleri. ‘Piromani’ yani yangın çıkartma hastalığı da, sinema için verimli bir tema. 2008 Amerikan ve 2016 Norveç yapımı “Kundakçı” filmleri doğal bir felaketi değil, hasta insanların çıkardığı yangınları anlatır. Galiçya ormanlarında yaşayan bir piromanyak’ın haksız yere suçlanmasını anlatan OLiver Laxe’ın ‘Fire Will Come”ı da yangınları konu alan filmler içinde özgün bir konuma sahiptir.

TÜRLER ARASI YOLCULUK

Nükleer savaş ve doğal felaketlerin ardından çoğalma yeteneğini yitiren insanlığı konu alan “Children of Men”den kıyamet sonrası uzayda yeni bir yaşam alanı arayan bir uzay aracında geçen Douglas Trumbull’un “Silent Running”ine, dünyanın yeni bir buzul çağına girmesini anlatan Roland Emmerich’in “Yarından Sonra”sına çok sayıda örnek sıralanabilir ‘fütürist’ felaket filmlerine. Kiminde siyasal göndermeler de yer alır bu filmlerin; çürümüş iktidarlar, gözünü kazanç hırsı bürümüş siyasetçiler suçlanır. Ama, Richard Fleischer’in “Açlık / Soylent Green”i, Todd Haynes’in “Karanlık Sular”ı gibi dünyanın başına gelen doğal felaketlerden kapitalist sistemin sorumlu olduğundan söz edenler azınlıktadır.

Küresel ısınmanın yol açtığı felaketler, Kanada’dan Avustralya’ya, İskandinavya’dan Japonya’ya dünyanın pek çok köşesinde beyazperdenin ilgi alanında artık. Çevre duyarlığı, çocuklar için yapılmış canlandırma (Pixar’dan “Wall-E”, Hayao Miyazaki’nin “Prenses Mononoke”) filmlerinden, büyük bütçeli bilim-kurgu yapımlarına, sinemanın tüm türlerine damgasını vuruyor. Fisher Stevens’ın “Tufandan Önce”si, Davis Guggenheimîn “Uygunsuz Gerçek”i gibi belgeseller iklim değişikliğinin nedenlerini ve sonuçlarını derinlemesine araştırıyor.

SİNEMAMIZDA FELAKETLER

Sinemamız bu konuların seyirci çekmeyeceği kaygısıyla olsa gerek, pek fazla girmemiştir bu alana. Toplumumuzda çevre duyarlığının görece yeni bir gündem maddesi oluşturduğunu da unutmamak gerek. Lütfi Akad’ın 1965 tarihli “Tanrının Bağışı Orman” belgeseli bu alanda yapılmış filmlerin başında gelir. Filmde, ormansızlaştırılan toprakların kırdan kente göçün temel nedeni olduğunu anlatır Akad. Kesilen her ağacın insan yaşamını olumsuz yönde etkilemesi teması, Orhan Oğuz’un “Manisa Tarzanı” filminde de ele alınır.

Çevreyi kirleten ‘kötü’ fabrikatörlerden söz eden filmlerimizden söz açmadan olmaz. Atıf Yılmaz’ın 1966’da yaptığı “Tuzak” ilk örneklerden biri olsa gerek. Filmin, ‘idealist’ kahramanı aracılığıyla çevreci bir mesaj vermeyi denemiştir Yılmaz. “Tuzak”ta olduğu gibi fabrikanın atıklarının sebep olduğu bir çevre felaketini yansıtan daha yakın zamanlardan bir örnek de, Derviş Zaim’in “Balık” filmidir. Tabi, bu filmler doğal felaketlerden söz etmiyor, insanların doğaya ihanetini konu alıyor.

Doğal felaketleri konu alan filmlerimiz arasında, Remzi Cöntürk’ün Varto depreminden yola çıktığı 1966 yapımı “Yaşamak Haram Oldu” ilk örneklerden biri. Lütfi Akad usta da, 1973 yapımı “Gökçe Çiçek”de deprem sahnelerine yer vermişti. Şerif Gören’in 1976 yapımı “Deprem”i, deprem sahnelerini yabancı bir filmden ‘ödünç’ almasına karşın, felaket filmlerimiz içinde en ünlüsüdür her halde. Mustafa Altıoklar 2003’de çektiği “O Şimdi Asker”de konuya fantastik bir boyut katmış, Ege Denizi’ndeki bir deprem sonucu oluşan bir adanın iki komşu ülkeyi savaşa sürüklemesini anlatmıştır. Reha Erdem’in “Korkuyorum Anne” (2004) ve Taylan Biraderler’in “Küçük Kıyamet” (2006) filmleri depremi konu alan yapımlar arasında öne çıkan işlerdir.

Depremin özellikle İstanbulluların yaşamında kalıcı bir iz bırakması, bu korkunun beyazperdeye yansıması kaçınılmazdı. Bugünlerde yaşadığımız sel felaketlerinin ciddiyetini ise, daha yeni kavramaya başlıyoruz. Geçen yıl İstanbul Festivali belgesel seçkisinde izlediğimiz, Yasin Semiz’in “Asfaltın Altında Dereler Var”, Ankara’da dere yataklarının kapatılmasının yol açtığı sorunları dile getiren önemli bir belgesel olarak söz etmeliyim. Sinemamızda, soyut ve felsefi bir yaklaşımla, doğaya karşı işlediğimiz suçlara ve yaklaşan felaketlere dikkat çeken dikkat çeken iki önemli film yapıldı. Reha Erdem’in “Kosmos”unu ve Tayfun Pirselimoğlu’nun deccal’li ve mehdi’li filmi “Yol Kenarı”nı bir de bu gözle izlemenizi öneririm.

Son günlerde yaşanan felaketler, iklim krizini tetikleyen, toplum çıkarını göz ardı eden sanayi tesislerini, dere yataklarına yapılan inşaatları ve bütün bu yanlışlara göz yuman siyasetçileri bir kez daha gündeme getirdi. Bakalım sinemacılarımız nasıl yorumlayacak bu yaşananları? Toplumsal eleştirinin, bir zamanlar Kemal Sunal komedilerinin yapabildiği kadarı bile cesaret istiyor şimdilerde. Doğaya ihanet eden sorumlulardan söz etmeye niyetlenenler çıkar mı, şimdilik zor görünüyor. Ama, yakındır…