Elbette kendisine en ufak bir sempatim yok. Gerçi yargılanacağı mahkemenin bulunduğu kente tutuklu olarak götürülürken mola aralarında kendisiyle konuşanlara, “Onlara inanmamıştım. Tek suçum bu” dediğini söylerler. “Onlar” dediği Mustafa Kemal ile arkadaşlarıdır. “Çok güzel gülerdi” diyen Yahya Kemal başta olmak üzere, kimileri de herhangi bir çıkar karşılığında değil, ülke gerçeklerini doğru algılayamadığı için “yanlış bir yol takip ettiğini” söyleyip, “vatan hainliği”nin nedeninin maddi çıkar amaçlı olmadığına vurgu yaparlar. Öyle ya da böyle, ülkesi işgal altındayken bu işgale karşı mücadele örgütleyen Kuvvayı Milliye’ye hakaretler yağdırmak, koca bir ülkenin, ulusuyla birlikte kaderini dönemin en büyük sömürgeci gücü İngiltere’ye bağlamaya çalışmak gibi affedilmez yanlışları vardı. Vatan hainliği de bundan başka bir şey olamazdı herhalde.

Ali Kemal’den, tarihimizde kapkaranlık bir dönem olan “mütareke” döneminin en ünlü gazetecisinden söz ediyorum. Yargılanacağı kente henüz varmadan, korunmasından sorumlu komutanın da göz yummasıyla, sonradan kışkırtıldıkları açığa çıkan kalabalıklar tarafından linç edilerek öldürüldü. Tabii ki ölümüne, kendisi gibi düşünenlerin dışında, yanıp yakılan olmadı. Sonunu ihanetinin bedeli gibi gören büyük bir kitledir burada söz konusu olan. Ama Kuvvayı Milliye’nin öncü kadroları, başta Mustafa Kemal olmak üzere hiç kimse diplomasinin gerektirdiği yapay bir tavırla değil, ciddi anlamda bu linci onaylamadılar. Öyle denir.

Çünkü, yıkılmış bir imparatorluğun üzerine kurulacak olan yeni yapı, adı henüz Cumhuriyet değildi, feodal bir kültüre ait linç gibi bir cezalandırmayı benimseyemezdi. Mahkemeye adım attığı an, evrensel hukuk kurallarınca korunması gereken bir sanığın, parçalanarak öldürülmesi, yeni yönetim için zaaf doğururdu. “Kuvvacılar daha sonra çok adam astılar” diyenler haklıdırlar elbette ama linçteki yargısız infaz mantığıyla bir yargılama sonucu verilen idam cezasını aynı kefeye koyuyorlarsa şaşarım onlara.

Kurtuluş Savaşı’nın önemli adlarından Ayıcı Arif’in, “Ayranı kabarmış halka fazla yaklaşmayacaksın” yollu bir “vecizesi” vardır. “Ayranı kabarmak” Anadolu argosunda pek bir edepsiz anlam taşır ama çok belli ki bu cümlede kastedilen “öfke”dir. Başı sonu belli olmayan, küçük bir kıvılcımla hemen patlatılmasına yol açılabilecek tehlikeli bir duygudur “öfke”.

Cezalandırma literatürüne 1800’lü yıllarda girmiş, sözüm ona yasa adamı olan bir derebeyinin uğursuz soyadından türetilmiş “Linç”in modern toplumlarda da görülüyor olması, feodal şiddet olgusunun insanlığın yakasını bırakmadığını gösteriyor. Derler ki; tek tek kimseye zarar vermeyen bir insan, toplu bir kalkışmada vahşi kesilebilir. Öfkelerin birbirine eklenmesi demek bu. Kitle psikolojisi yani.

Bu kahrolası “psikoloji”nin kitleleri canavarlaştırmasında dayandığı elementler neler peki? Başka ülkelerdeki de aynı mıdır bilemem ama geçmiş yıllarda linç eylemleri gerçekleştiren bizim “duyarlı vatandaş”ın linçi her olumsuzluğu örttüğüne inanılan “milli” elementi üzerine kuruluydu. Barbaros Şansal’ın başına gelen de bu “element” üzerine kurulu bir linç girişimi elbette. Onu linçe kalkanlar “milli duygularımıza hakim olamadık” dediler zaten.

Mevcut hukukun yetersizliğini ileri sürecek çok gerekçeye de sahip olundu mu mesele biter. Yakınlarını bir cinayette kaybetmiş olanlar, suçlunun cezasının hukuk tarafından yeterince verilmediğini düşünenler yasaların katilleri de en azından masumlar kadar korumakla yükümlü olduğunu da bir türlü kabullenemeyen kitleler, “adalet”i yerine getiren “hak arayıcıları” sanabilirler kendilerini. Hak aramak adalet mekanizmasının dışına taştığında da neler olur, tarihte örneği çok. Milliyetçilik ucu çok açık bir kavram, üzerinde kolayca oynanabiliyor. Karşı çıkan olduğunda da bu karşı koyuş, ülkenin doğal ideolojisi olan “Milliyetçilik”e karşı çıkış olarak algılanıyor kaçınılmaz olarak. Milliyetçilik, dozu ne olursa olsun elbette itiraz edilmesi gereken yanlar da taşıyan bir ideoloji. Yurtseverlikle de aralarında ciddi bir fark var. Milliyetçilik farklılıkları “tek”e indirgeyen bir kavram. Yurtseverlik’in kapsayıcı anlamından uzak. Kavimler, halklar konağı Türkiye gibi büyük bir yurtta, renkliliği teke indirdiğimizde linç sadece feodaliteden gelmiş olmaktan çıkar, modern insanın milliyetçi(!) dürtülerinin de ifadesi oluverir.

Cumhuriyet’in ilk dönemlerini yaşayanlar, linç olgusunu Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye adlı romanıyla tanıyabildiler. İdealist bir Cumhuriyet öğretmeninin, kadın yanına da vurgu yapılarak linçe giden sonu, gericiliği anlattığı kadar, linçi sadece gericilerin eylemi olarak da kazıdı beyinlere.

Cumhuriyet ideolojisinin, gericiliğine vurgu yaptığı linç vahşeti, feodal gericilikten daha ileri bir aşama olduğu varsayılan Milliyetçilik’in silahı haline gelmiş durumda artık.

“Linç”in yarın kimin elinde silah olabileceğinin bir garantisi var mı? Halkın “ayranını kabartmak”, bu uğursuz işi yapanlara da zarar verebilir.

“Milli içki”miz ayranı yudumlarken düşünebilseler bunu keşke.