Mucize biz yoğun bir çaba içine girdikten sonra her an başımıza gelebilecek olandır, tarih içinde uçup duran talih kuşudur. Kavganın, mücadelenin her uğrağında karşımıza çıkabilir; şairin “Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma” dediğidir o. Uğraştın didindin, Gemlik’i geçtin hala deniz çıkmadı mı karşına...

Mucize üzerine gevezelikler

İyimserlik iyi bir şey midir, işe yarar mı? Kestirmeden bir yanıt başlangıçta doğru olacaktır diye düşünüyorum. Maddi bir temele dayanmıyor da, “tarihin tekeri bizden yana dönüyor” gibi yararı olmayan bir “gerçek” olan tekerlemeye güveniyorsa, hayır işe yaramaz. Nedenleri çoktur; önemli bulduğum bir ikisini sayayım: Birincisi, mücadele azmini zayıflatır, “armut pişsin ağzıma düşsün” duygusu rahatlatır. Çünkü ikincisi, somut gerçekler konusunda yanıltıcıdır, var olmayan güçlere sahip olduğumuz yanılgısını güçlendirir; üçüncüsü hayal kurmayı kışkırtır ki kanımca en zararlısıdır, bir sabah kalktığımızda Amerikan filmlerinin süpermenleri gibi hissedebiliriz kendimizi.

Dördüncüsünü söylemeyeyim artık.

İyimserliğin gerçeklerle dengelenebilmesi için yapılması gereken bir iki iş var. Kategorize etmeyi sürdürelim: Birincisi ve aynı zamanda sonuncusu, -çünkü Napolyon’un dediği gibidir, gerisini saymaya gerek yoktur- var olan güçleri gerçekçi bir biçimde görebilmektir. Sınıfsal ve siyasal dizilişi, güç dengesini, sınıfların, katmanların siyasetle olan ilişkilerini gerçekçi bir gözle görmeyen, çıkış yolunu aramak yerine kendi hayallerine göre sanal bir dünya yaratanın; “Şu siyasi parti çuvalladı, ötekinin oyu azaldı, beriki zaten fos çıktı, iki puan o alsa, üç puan berikinden gitse, gelişmeler bizden yana, gitti gidiyor” türünden boş işlerle zaman geçirenin, herhangi bir zafer kazanmayı bir yana bırakın, varlığını koruması bile zordur. Peki, güçler dengesine baktık; durumumuz pek parlak değil, insanı itiraz etmeye sevk edecek gerçekler çok açık apaçık ortada iken, kitleler bu gerçeklere bakmıyor, biz de anlatamıyor, gerçeklerin gerektirdiği hedeflere yöneltemiyorsak kitleleri; ne yapacağız o zaman?

Sor bakalım ne diyor yüreğin?

Herhalde önce dönüp kendimize bakmamız gerekecek. Kendimize derken, neyimize yani? Bana sorarsanız önce dilimize. İnsanlara derdimizi anlatırken kullandığımız dile değil, o sonraki iştir; kendi iç dilimize demek istiyorum. Kendi iç dilimiz, bizim peşinden gittiğimiz teorik, ideolojik, politik hedeflerimizle ilişkimizi anlatır. Burada içtenlik gereklidir, burada akademik yaklaşımlar değil, cümlelerin iç örüntüsü değil, neden neyi anladığımız konusunda açıklık gereklidir. Daha açık hali, belki biraz kaba olabilir ama şöyledir; anlamadığını anlamış gibi yapma, yanlış anladığın cümleden yola çıkarak ve zinhar başkalarını ikna etmek için “İlle de yenmem gerek, demagoji dahil her yol mubahtır” ruhuyla hareket eden liseli münazaracı gibi davranma, kendini kandırarak, kendine karşı bile içtenliğini yitirerek bir politik mücadele rotası çizme, sistem kurma.

Sonra da kitlelerle iletişimdeki dilimize bakmamız gerekecek herhalde. Ne yapacağız? Klasik bir yanıtı var bu sorunun; “onların diliyle konuşmak”; ama bu tam olarak doğru değildir. “Halkın anlayabileceği gibi konuşmak” tamam da, o dille gerçekler tam olarak anlatılamaz. Gerçekleri özünü yitirmeden, demagojiye başvurmadan, kitlelerin, halkın diline çevirebilmek için ciddi çaba göstermek gerekir. Bu da öncelikle zor anlaşılabilen hücrenin yapısını anlatmak yerine hastalıklı hücrelerin perişan ettiği gövdeyi bedenimizi anlatmayı denememizi gerektirir.

Biliyoruz, üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki çözümün anahtarıdır, ama insanlar bu çelişkinin farkına vararak harekete geçmezler, onları harekete geçirecek olan, bu çelişkinin pratik ortaya çıkış biçimleri, pratikleridir. Bir de unutmamalı; her yerde her mekânda farklı olur bu pratik. Bu nedenle de her yerde ve her adımda soyutlamaya başvururuz, sonuçları anlatırız, akciğerdeki kanser hücresinin yapısını, nasıl çalıştığını değil, ölüme doğru giden gövdeyi anlatırız bütünü görmek, kurtarmak için. Soyutlama yaparken de ama, gerçek dünyanın dilinden uzaklaşmamak, duvara muz bantlayıp “işte sanat!” diyen perküsyon sanatçısı gibi olmamak için çaba göstermek gerekir.

Gerçekler somuttur, ama ilk bakışta kendilerini ele vermezler. O nedenle “görünene, görünüşe aldanma” denilmiştir. İzinden gittiğimiz düşünce sistemi yani diyalektik yöntem görünenin arkasındakini görmemizi kolaylaştırır. Ama “işte tez, ha bu da anti tezdir, nerde ulan bunun sentezi” basitliğine düşmeden. Bu kolaycı şemanın, her aşamada her dönemeçte, olgunun kendini her inkârında değişerek tekrar edeceğini bilerek, soyutlama ile somutlamanın yaşamsal dansını, tutku dolu sevişmesini bir an bile unutmadan, o anın gerçeğini, ihmal edilmesi gereken parçaları bir yana bırakıp, esas olanı ihmal etmeden yürümek gerekir. Bir kere gerçeğin izini yakaladığımızda soruların gerçekçi yanıtlarını bulmamız da mümkün olur.

Elveda eski dostlar

Ve her zaman başlangıç noktasına, peşinden gittiğimiz gerçeğin çıkış noktasının haklılığına, yani sömürünün kabul edilemezliğini hatırlama noktasına dönmek de temel bir koşuldur. Unutursan uçtun gittin; teslimiyet orada bir yerde seni bekler, o zaman işte “elveda proletarya” nutukları, Almanların dediği gibi “heimliche freude” gizli bir sevinç duyanları, sahte üzüntüleri, utanmaz sızlanmaları duyacağın yerdesindir. Bu aynı zamanda sömürü düzeninin mekanizmalarına boyun eğmek, kısaca Marx’ın Kapital’de anlattığı gerçeği, nihayet o gerçeğin değiştirilebilirliğine inancını yitirmek demektir. Uzak duracaksın; bilinçle, bilgiyle beslediğin inancını yitirmeyeceksin. Sen de vakit geldiğinde “elveda” diyenlere, “elveda eski dostlar” demekten kendini alıkoymayacak, mümkünse hüznünü kalbine gömeceksin.

Marx Kapital’in birinci cildine 1867’de yazdığı önsözde “Bugünkü toplumun sağlam bir kristal değil, dönüşme yeteneğine sahip ve sürekli olarak dönüşüm süreci içinde bulunan bir organizma olduğu sezgisinin bizzat egemen sınıflarda doğmaya başladığını gösteriyor” diye yazdı. Bu dönüşüm süreci aralıksız bir şekilde sürüyor. Geçen zaman içinde pek çok ülkede, bölgede kapitalizm yaralar aldı, geri çekilmek zorunda kaldı, kısa ya da uzun süreli sosyalist denemeler gerçekleşti. Bugün de egemen sınıflar bütün güçleriyle ayakta kalmaya çabalıyorlar ama toplumsal organizmanın dönüşüm sürecinin engellenemez bir süreç olduğunu, sistemin kendini korumakta eski zamanlara göre daha da çaresizleştiğini itiraf etmekten kendilerini alamıyorlar.

Tamam, ama bu nesnel gerçekten bir zafer üretebilmek için determinizmin tuzağına düşmemek gerekmez mi? Kuşkusuz nesnel gerçek, sistemin artık tıkanmış olması iyidir ama Marx’ın aynı önsözde söylediği gibi “elbette bu sözler yarın bir mucize gerçekleşeceği anlamına” gelmemelidir.

***

Mucize biz yoğun bir çaba içine girdikten sonra her an başımıza gelebilecek olandır, tarih içinde uçup duran talih kuşudur. Kavganın, mücadelenin her uğrağında karşımıza çıkabilir; şairin “Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma” dediğidir o. Uğraştın didindin, Gemlik’i geçtin hâlâ deniz çıkmadı mı karşına...

Mucize yok mu yani? Eyvah ki eyvah!

Sil baştan mı yani o zaman... Hep söylüyorum, söylemeyi de sürdüreceğim; kaldığımız yer diye bir şey yoktur, geldiğimiz yer vardır, sil baştan değil, oradan...

cukurda-defineci-avi-540867-1.