TAKSAV’ın 2022 Erbil Tuşalp Gazetecilik Ödülü’nü sonuna kadar hak ederek kazanan Timur Soykan, ödül töreni öncesi yapılan panelde kendi gazetecilik tarihinin bir özetini paylaştı katılımcılarla. Diğer panelistlerden Doç. Dr. Didem Yılmaz ifade özgürlüğü ve demokrasi ilişkisini hukuki boyutuyla irdelerken, Prof. Dr. Ülkü Doğanay ve Dr. Merdan Yanardağ’ın konuşmaları medya ve gazeteciliğin günümüzdeki haline kuram/pratik ışığında ayna tuttular.

Aynanın gösterdikleri arasında, medyanın çokça yakındığımız halinde gazetecilerin de azımsanamayacak sorumluluğu olduğu vardı.
Karşıt anlamlı sözcüklerin bir arada bulunmasına “oksimoron” denir ya, “oksimoron” haller de var bence! Ya da, ancak en hafif en kibar ifadeyle “oksimoron” denilebilecek haller!

O hallerden birini Timur Soykan anlattı: “Gazeteciler Aydın Doğan, Milliyet’i satıp giderken, onu kapıya kadar uğurladılar. Uğurlarken ağlıyorlardı. Aydın Doğan’ı ağlayarak uğurladıkları kapıdan az sonra yeni patron Korkmaz Yiğit girdi. Onu da alkışlarla, konfetilerle karşıladılar.

***

Özdemir İnce’nin yazıcı olacaklara öğüdünü dinleyenler kendilerini ağlatana coşkuyla sarılamazlar: “Ey oğul bir gün yazıcı olursan / gözü gözünde yüreği yüreğinde eli elinde / inancın tadını söyle ülkemin çocuklarına / Ey oğul bir gün yazıcı olursan / kuşkunun birikmenin ve beklemenin yazıcısı / sakın masal anlatma ülkemin çocuklarına / Zaman akıp gitmekte dağ taş değişmektedir / demir paslanmakta temel çürümektedir / al kalemi bildiğin en gerçek sözü yaz

Gazeteciliğimizin Uğur Mumcular, Erbil Tuşalplar gibi, demirin paslanıp temelin çürüdüğü zamanlarda, her türlü riski alıp, “bildiği en gerçek sözü yazan” rol modelleri vardı. Onların yokluğunu alabildiğine hissettiğimiz şu zamanlarda, gazetecilikten umut kesmiyorsak Timur Soykan gibi kalemi alıp bildiği en gerçek sözü yazan meslektaşlarımız olduğu içindir!

***

Gideni ağlayarak geleni de konfetilerle karşılayan çok ve köşeleri tutmuş durumdalar. Ancak, onların yetenekleri sınırlı olduğundan, “gereğini yapmaları” için en yukarıdan uyarılmaları gerekiyor!

Attila (Aşut) Abi dün, “Görüyoruz ki Erdoğan’ın AKP’li gençlere ‘muhafazakâr devrimciler’ diye seslenmesi, yandaş kalemleri coşturmuş! Hemen ‘görev başı’ yaparak ‘muhafazakârların aynı zamanda devrimci olabileceklerini’ kanıtlama yarışına girdiler” diye yazmıştı. Siyaset bilimi ve iletişim profesörü hocam Raşit Kaya da “muhafazakâr devrimci” tanımlamasını duyar duymaz ödev vermişti: “Muhafazakârlık ve devrimciliğin oksimoron olduğunu yazmanın tam zamanı.

***

Attila Abi’nin yazdıklarına ekleyecek pek bir şey bulamayınca, ben gidene ağlarken gelene gülen “oksimoron gazeteciler”e yardımcı olacak birkaç satır karalayayım dedim:

Hem muhafazakâr hem devrimci olunmaz diyenler bilmiyor; Muhafazakâr devrim/cilik (Konservative Revolution) vardır! Kuramcıları köklerini F. Nietzsche’ye dayandırırlar. 1918-1933 arası Almanya’da Weimer Cumhuriyeti’nde öne çıkan bir harekettir. Hıristiyan muhafazakârlığına, eşitlikçiliğe, liberalizme, parlamenter demokrasiye ve modernitenin kültürel ruhuna karşıdır. Bu hareket 1960-70’lerden itibaren Avrupa yeni sağını etkilemiş, kimi siyaset bilimciler tarafından da “Alman ön-faşizmi” ya da “Nazi olmayan faşizm” olarak adlandırılmıştır. Tarihçi Fritz Stern ise, “yönünü şaşırmış entelektüellerin derin bir ‘kültürel umutsuzluğa’ dalması” olarak tanımlar.
Muhafazakâr devrim/cilik vardır yani!

***

Ben birkaç cümle çiziktirdim ama gidene ağlarken gelene sarılanlar biraz araştırınca daha fazlasını bulabilir, Attila Abi’nin makaraya saramayacağı teorik savunular geliştirebilirler!