Şair Ahmet Telli için verilen mahkûmiyet sanatçıları susturmayı hedefleyen yargı kararlarının en yeni örneği. Bu haftaki yazımızda, beyazperdeye yansıyan politik davalara değineceğiz.

Muktedirler sanattan korkar
Fotoğraf: Arşiv

Geçen hafta, Sivas katliamının 30. yıldönümünden hareketle tarih boyunca bizde ve başka ülkelerde aydınlara yönelik linç kampanyalarından, siyasi nedenlerle verilen mahkûmiyet ve sürgün kararlarından söz açmıştım. Hafta içinde gündeme düşen haberler, aynı konuyu sürdürmekten başka seçenek bırakmıyor bize. Osman Kavala ve diğer Gezi tutsaklarına yönelik davadaki olumsuz gelişmeler, Hatay Milletvekili Can Atalay’ın yasama dokunulmazlığından yararlanamayacağına ilişkin karar, Merdan Yanardağ’ın tutuklanmasının ardından Tele 1’e gelen yayın karartma yasağı ve değerli şairimiz Ahmet Telli hakkındaki yargı kararı…

Telli, 26. basıma ulaşan “Dövüşen Anlatsın” kitabından bir şiiri 6 yıl önce bir basın açıklaması sırasında okuyarak ‘terör örgütü propagandası’ yapmış.  Sen misin konuşan, üstelik bir de şiir okuyan… Yargımız şaire on ay hapis cezası vermiş ve cezayı ertelemiş. Şairi on ay cezaevinde yatırmaktan daha vahim bir karar bu. Denetim süresi içinde benzer bir ‘suç’ işlenirse, yeni ceza ile birlikte bu ceza da uygulanacak. Konuşursan cezan katlanır demekten başka bir şey değil. Elbette, ilk kez verilmiyor ‘erteleme’ kararı. Murat Uyurkulak, Tuğrul Eryılmaz gibi yazar ve gazeteciler, Zuhal Olcay, Orhan Aydın gibi sanatçılar hep benzer yargı kararlarına muhatap oldular.

Dünden bugüne

Post-modern yargının bir cilvesi olsa gerek bu ’erteleme’ler. Eskiden mahkûm olanlara doğrudan cezaevi yolu görünürdü ya da sürgün yolları… Hikmet Kıvılcımlı 22,5 yıl, İsmail Beşikçi 17 yıl, Kemal Tahir 12,5 yıl, Nâzım Hikmet 12 yıl, Kerim Korcan 12 yıl, Necip Fazıl 10,5 yıl, Vedat Türkali 7 yıl, Orhan Kemal 6 yıl, Aziz Nesin 5,5 yıl, Ruhi Su 5 yıl, Ahmet Arif 2 yıl yattı cezaevinde… 19 yıl hapse mahkûm edilen ve 5 yıl hapis yatan Yılmaz Güney, 12 Eylül darbesi sonrası (1982 yılında) açılan Barış Derneği Davası’nda TCK’nın 141-142. maddelerine göre cezalandırılmaları talebiyle tutuklanan (ve 1991’de dava sonucu beraat eden) aralarında Ataol Behramoğlu, Orhan Taylan, Ali Taygun gibi sanatçıların da yer aldığı 41 aydın ve daha nice yazar, çizer, yayıncı, gazeteci, tiyatrocu var düşünceleri nedeniyle tutuklanıp, yıllarını cezaevinde geçirdi. 

Sürgünlere gelirsek, onlar da saymakla bitmez. Geçen hafta ismini andıklarımı yinelemeden birkaç ismi daha ekleyelim listeye: 17. yüzyılda Sultan II. Mahmut’u kızdırdığı için 15 yıl boyunca Rodos ve Limni’de sürgün hayatı yaşayan Niyaz-i Mısri, 19. yüzyılda Sadrazam Hamdullah Paşa’yı eleştirdiği için Keşan’a sürülen Keçecizade İzzet Molla, hükümet aleyhtarlığı nedeniyle sürgüne gönderilen Ali Suavi, Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”sini sahnelediği için Rodos’a sürülen Ahmet Mithat Efendi, Ebuzziya Tevfik, işgalci İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edilen Süleyman Nazif, Hüseyin Cahit Yalçın, Abdullah Cevdet… Listedeki isimler saymakla bitmiyor; Ziya Gökalp, Halide Edip Adıvar, Aka Gündüz, Refik Halit Karay, Refi’ Cevat Ulunay hepsi de sürgün cezası almış aydınlar arasında… Ne yazık ki, hemen hiçbirinin yaşamı beyazperdeye yansımadı. İstibdat döneminde aydınlara yönelik baskıları konu alan Yusuf Kurçenli fimi “Karartma Geceleri” ile Tomris Giritlioğlu’nun Varlık Vergisi’ni ödeyemedikleri gerekçesiyle çalışma kamplarına gönderilen azınlıkları anlattığı “Salkım Hanım’ın Taneleri”ni  dışarda tutarsak… Sözde demokrasi yıllarında aydınların çilesi bitmedi, mahkûmiyetler ve sürgünler birbirini izledi. 12 Mart, 12 Eylül darbeleri sonrası ve son on yılda özgürce üretebilmek için Batı Avrupa’da yaşamayı seçen aydınlarımız saymakla bitmez… Bazılarının adını anmak ‘terörü övmek’ suçuyla yargılanmak için yeterli sayılabilir… Yani, yüzyıllar geçse de değişen bir şey yok, aydının yazgısında (Çokça kullanılan aydın ve sanatçılar sözünden hoşlanmıyorum; sanki sanatçılar aydın değilmiş gibi). Ama sinemamız bu konulara gözünü kapamak zorunda kaldı sansür nedeniyle… Yaşamlarının önemli bir bölümünü yurt dışında geçirmek zorunda kalan aydınlarımızdan Abidin ve Güzin Dino ile Doğan Özgüden - İnci Tuğsavul’un öyküleri beyazperdeye yansıtılabildi. Canan Gerede’nin “Abidin Dino” filmi ilk örneklerden biriydi.

Özgüden -Tuğsavul çiftinin yaşam serüveni de Osman Okkan’ın 2022 yapımı “Vatansız” (Heimatlos) belgeseline konu oldu. 

Yirminci yüzyılın yüzkaraları

Elbette ilk akla gelen yüz karası Naziler… ‘Ari ırk’tan olmayan yüzlerce sanatçıyı toplama kamplarına göndererek, kamplarda yaşamlarını yitirmesine neden olan Naziler.... Naziler yargılamaya bile gerek görmüyordu ‘sakıncalı’ sanatçıları infaz etmek, eserlerini yakmak için. Führer’in, yani tek bir adamın kararı yeterliydi. Dünyanın dört bir yanındaki diktatörlerin tayin ettiği mahkemelerin verdikleri kararlar da yüzyılın utanç sayfaları arasında yer alıyor. Ne tarih unuttu bu kararlara imza atanları, ne de sanatçılar. Sayısız roman, tiyatro oyunu yazıldı, film yapıldı bu düzmece davalara ilişkin. Nazi zulmünden kaçıp, Boğaziçi’ne sığınan Alman bilim ve sanat insanlarını konu alan, Güneş Karabuda ve Nedim Hazar belgeselleri ile Nazi celladı Adolf “Eichmann” davasını ve Nüremberg duruşmalarını konu alan pek çok film, Claude Lanzmann’ın “Shoah”, Marcel Ophuls’ün Gestapo lideri Klaus Barbie’nin yaşamını ve yargılanmasını anlatan “Hotel Terminus” belgeselleri, Eichmann davasını haberleştiren Arendt’in öyküsünü anlatan Margarethe von Trotta filmi “Hannah Arendt” tarihe not düşen önemli yapıtlar arasındadır.

Yalnızca Yahudi olmaları sanatçıların Nazilerin kara listesine girmesi için yeterliydi. Müzik alanından da çok sayıda bestecinin yaşamı toplama kamplarında sonlandı. Serhan Bali “Yaşamları Nazilerin elinde son bulan Yahudi besteciler”den söz eden yazısında (politikyol.com) şu isimleri sıralıyor: Gideon Klein, Erwin Schulhoff, Hans Krasa, Ilse Weber, Pavel Haas,Viktor Ullmann, Rafael Schachter, Mordechai Gebirtig… Geçenlerde, 3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde yarışan filmlerden “Terezin”de toplama kampındaki müzisyenlerin öykülerini izlemiştik. Nazi vahşetini yansıtan külliyat sinema tarihi içinde önemli bir yer tutar. Ama, Nazi ideolojisini yaymak amacıyla yaptırılan filmler arasında Leni Reifenstahl’ın belgeselleri dışında izlemeye değecek bir şey yok. İlkel bir düşüncenin ilkel bir sinematografi ile yansıtılmasından ibaret olan çoğunluk, tarihin çöplüğündeki yerlerini aldı. TRT’nin yaptırdığı, Osman Kavala’yı karalamayı hedefleyen “Metamorfoz” dizisinin akıbeti  de farklı olmayacak elbette.  

Beyazperdede utanç tabloları

Yüzyılın utanç davalarına gelmeden önce, yüzyıllar öncesine uzanalım. Egemen gücün kararlarına karşı çıkan “Antigone”nin, “Jenne d’arc”ın trajik öyküleri nice sanat yapıtına ilham kaynağı oldu. Ortaçağ’da kilisenin egemenliğini pekiştirmek için kadınları ateşe atan Engizisyon mahkemeleri de, Galileo Galile’nin yargılanması da... Geçen hafta sözünü ettiğim, “Utopia”nın yazarı, egemen güçten yana olmasına karşın doğrularından taviz vermeyen Thomas More’un davasını (Her Devrin Adamı), Fransız devriminin liderlerinden Danton’un trajik sonunu hazırlayan yargılamayı konu alan önemli filmler yapıldı. Sevtap Metin’in derlediği “Hukuku Sinemada Görmek” adlı kitapta (Tekin Yayınevi, 2015), Muzaffer Dülger’in “Her Devrin Adamı”(yön: Fred Zinnemann), Zelan Pelin Doğan’ın “Danton” (yön: Andrzej Wajda) ve Umut Koloş’un iki İtalyan göçmen işçinin idamıyla sonuçlanan davasını konu alan “Sacco ve Vanzetti Davası“ (yön: Giuliano Montaldo) filmleri hakkındaki ayrıntılı yorumlarını okumanızı öneririm. 

17. yüzyılın sonlarında Amerika’da Salem kentinde yaşanan cadı avı, 20. yüzyılda çok sayıda filme ve tiyatro oyununa konu oldu. Arthur Miller, 1953 yılında Broadway’de sahnelenen“Cadı Kazanı” (The Crucible) adlı oyunu ve bu oyunun uyarlaması olan 1996 tarihli filminde Salem büyücülerini anlatırken, 20. yüzyılın yüzkaraları arasında yer alan McCarthy soruşturmalarını ima ediyordu. Hollywood’da 1947 tarihli ‘cadı avı’nda Komünist Parti’ye üye olma suçundan yargılanan (Hollywood 10’u olarak anılan) Dalton Trumbo, Herbert Biberman, Edward Dymtryk, Lester Cole gibi senarist ve yönetmenler arasında meslek yaşamı sonlananlar da oldu, Dymtryk gibi arkadaşlarını suçlayıp, mesleğini icra edebilenler de… Amerikan Karşıtı Eylemleri İzleme Komitesi’nin çalışmaları ‘Hollywood Onu’ ile sınırlı kalmadı. Leonard Bernstein, Aaron Copland gibi besteciler, Paul Robeson, Pete Seeger, Artie Shaw, Harry Belafonte gibi müzisyenler, Lillian Hellmann, Dashiel Hammett, Arthur Miller gibi yazarlar, Leo Hurwitz, Joseph Losey, Orson Welles, Martin Ritt, Luis Buuel, Jules Dassin, Charlie Chaplin gibi yönetmenler, Edward G. Robinson, Richard Attenborough, Frances Farmer, Lee Grant, Kim Hunter gibi oyuncuların da yer aldığı ‘Kara Liste’ler hazırlandı. 

Yüzyılın utanç belgeleri arasında yer alan, Emile Zola’nın “İtham Ediyorum” yapıtı ile tarih sayfalarına geçen Dreyfus davasını, Darwin’in ‘Evrim Teorisi’ni savunan öğretmen John T. Sopes’un -tarihe “Maymun Davası” olarak geçen- ünlü davasını, Komünist ajanlıkla suçlanan çiftin ölüme mahkûm edildiği “Rosenbergler Davası”nı, yalnızca ’beyaz’lara hizmet veren bir restoranı protesto etmek için oturma grevi yapan öğrencilerin yargılandığı “Greensboro dörtlüsü” davasını, otobüslerdeki ırk ayrımını protesto eden siyah gençlerin yargılandığı “Özgürlük Yolculukları”nı (Freedom Rides), Malcolm X’in ve “Selma” yürüyüşünün öncüsü Martin Luther King’in öldürülmesini konu alan filmleri anımsamakta yarar var. Hepsi de, geçmişten ders alınmasını sağlayacak yapıtlar. En yeni örnekler arasında, Brett Morgan’ın 1968 yılında Vietnam savaşı karşıtı protestolarda tutuklanan on gencin öyküsünü anlatan “Chicago Ten” adlı belgeseli ve aynı konuyu kurmaca türünde yorumlayan Aaron Sorkin’in 2020 tarihli filmi “Chicago Yedilisinin Yargılanması” ve Endonezya’da faşist Suharto rejimi sırasında 1 milyona yakın insanı (komünistleri ve Çinlileri) öldüren katillerin (paramiliter çetelerin) kendilerini oynadığı Joshua Oppenheimer belgeseli “Öldürme Eylemi” (The Act of Killing) yer alıyor. Bu filmleri, günümüz Türkiye’sinin siyasi davalarına bakan yargıçlar izlemiş midir bilemem. Ama, izlemiş olsalardı adaletin terazisi böyle mi tartardı? 

Ne diyordu Ahmet Telli: “Kitap yakanlar eksilmiyor, şu uçuşup duran / Kırlangıç ölülerini görüyor musun kentin üstünde”…