İyimserlik çoğunlukla olumlanır, hatta sağlıklı olmak için bir zorunluluk olarak bile dayatıldığı olur. Özcan Alper‘in‚ Rüzgârın Hatıraları‘ filmindeki bazı sahnelere iç ses yazdığım zaman onunla bazı söyleşilere de katılmıştım. Film gösterimlerinin ardından izleyicilerle gerçekleşen bu söyleşilerde sık sık kötümserlik eleştirisiyle karşılaşmıştık. İyimserlik, bir ihtiyaç gibi sunuluyordu. Neden film mutlu sonla bitmiyordu? Mutlu son denilince benim aklıma öncelikle Haneke‘nin, Mutlu Son‘ filmi geliyor. Haneke bir söyleşisinde filmiyle ilgili şunu söylüyordu: "Hepimiz ikiyüzlüyüz, benmerkezciyiz, yalancıyız, hilekârız; aynı zamanda yaralı, üzgün ve yalnızız. Hepimizin binbir yüzü var. Sürekli oynuyoruz, rol yapıyoruz, kendimize bile. Bizi çevreleyen dünyayı fark etmediğimiz, burnumuzun önündekini göremediğimiz için Mutlu Son’u çektim."

 AŞIRI İYİMSERLİK 

Aşırı iyimserliğin patolojik haliyle ilgili yaygın psikanalitik yorum, bebeklikteki tümgüçlülüğe geri dönme umudundan, yanılsamasından kaynaklandığı... Gerçekçi umut, hayal kırıklıklarının başarılı bir biçimde bütünleştirilmesiyle elde edilirken, aşırı iyimserlik manik bir biçimde kaybın ve umutsuzluğun bastırılması ya da inkâr edilmesiyle ortaya çıkar. Gerçeklikten kopuk iyimserlik, bir insanda tekrar tekrar umut ve ardından hayal kırıklığına neden olarak sado-mazoşist ilişkinin de temelini oluşturur. 

Aynı şeyi iktidar ve destekçilerinin iyimserliği için de söylemek mümkün. Türkiye yüzyılı gibi aşırı umutlu ve iyimser anlatılar, narsisistik kişilerin gerçekliği kendilerinden uzak tutan iyimserlikle kaplı karakter zırhına benziyor. Gerçekliğin yaralayıcı etkilerinden korunmak için böyle bir zırha ihtiyaçları var, çünkü gelecekte kavuşacakları ödüllerin hayalini kurmaksızın yaşadıkları acılara dayanabilmeleri zor. 

YANLIŞ UMUT 

Melanie Klein, depresif konumla mükemmellik ve saflık peşinde koşan ‚yanlış umut‘tan sıyrılıp ilişki ve sevgi anlamına gelen ‚gerçek umut‘un mümkün olabildiğini öne sürmüştü çalışmalarında. Yani gerçek umut için biraz umutsuzluk gerekliydi, kaybın ve olumsuzlukların kabul edilip nefretin sevgiyle yatıştırılmasından başka bir yol yoktu. Kaybın ve olumsuzlukların bastırılması ya da inkârı, gerçekçi bir sevgiyi de imkânsız hale getiriyordu. Örneğin narsistik kişi, sevgi yerine hayranlık peşinde koşar, ama hayranlık Spinoza‘nın da ‚Etika‘da belirttiği gibi yüksüz bir duygudur, sorumluluk taşımaz ve gerçeklikten kopuktur. Bu yüzden hayran olunan ünlülerle ilgili magazin haberlerine rağbet vardır, hayran olunan kişilerin skandalları hayranlar tarafından sevinç ve merakla karşılanır, çünkü hayranlık hasetle birlikte var olur. Narsisistik kişinin umduğu mükemmel ve saf sevgi, bu yüzden imkânsız bir sevgidir. Patolojik umutsuzluk, geçmiş ya da sonsuza dek kaybolmuş olanın geri gelebileceğine dair imkânsız umudu içinde taşıdığı için çözümü kolay olmayan bir ruh halidir. 

YÜZLEŞME 

Aşırı iyimserlik, gerçekliği iptal ettiği için derin umutsuzluğun kaynağını oluşturur. Hayattaki gerçek fırsatlar aşırı iyimserlik ya da aşırı kötümserlik nedeniyle görmezden gelinir. Bugün iyimser ve umutlu olmak adına gerçekliği çarpıtmak ve anlık iyi-oluşlarla oyalanmak yerine, gerçeklikle yüzleşebilme cesaretine sahip olup hayal kırıklıklarından daha sağlam hayaller inşa edebilmek gerekiyor. İster siyasette, ister özel hayatımızda bunu yapmadığımız sürece derin bir umutsuzluk, gölge gibi bizi takip ediyor olacak.  

Eğer bir yerde aşırı iyimserlik varsa, orada mutlaka derin bir umutsuzluktan kaçış vardır. Derin umutsuzluksa, gerçeklikle kurulan bağda bir sorun olduğu anlamına gelir. Gerçeklik, hiçbir çağda bu kadar gözden kaybolmamıştı.