“Ortadan Başlamak” başlıklı sergiye yapılan saldırının ardından şimdi de küratör ve sanatçılara yönelik soruşturmayla başlayalım, 9, 11 ve 12 Eylül tarihlerinin anımsattıklarıyla devam edelim.

Nereden başlasak?

Geçen hafta, 1 Eylül tarihinin çağrıştırdığı savaşları ve iç savaşları konu alan filmlerden söz etmiştik. Bu hafta da tarihte iz bırakan önemli günleri anımsatma görevimi sürdürmeye niyetliydim. Ne var ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Feshane’de açılan “Ortadan Başlamak” adlı sergiye yönelik gerici saldırılar ve ihbarların ardından Cumhuriyet Savcılığı’nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden “serginin organizasyon ve düzenlenmesinden sorumlu kişi/kişilerin açık kimlik bilgilerini” talep etmesini ve “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme veya aşağılama” gibi akıl dışı bir gerekçe sunmasını nasıl göz ardı edebiliriz? Oradan başlayalım… 

“Sanat adı altında sergilenen çıplaklık, müstehcenlik, sapkınlık içeren figürler, heykeller ve resimler bulunması, kökü bu topraklara, milli ve manevi değerlere bağlı İstanbulluları derinden yaralamıştır” diyerek savcılığa ihbarda bulunan dinci faşizmin gönüllü/görevli muhbirlerinin iddialarını ciddiye alan Cumhuriyet Savcısına ne demeli bilemiyorum.

Serginin küratörlerinin bu suçlamalara verdikleri yanıtları, Ekrem İmamoğlu’nun “Demokrasi adına bir kepazelik” sözlerini gazetemizde okumuş olmalısınız; yinelemeyeyim. Ama Feshane’ye gidip sergiyi gezmeyi ihmal etmeyin derim. Cumhuriyet’in 100. yılında karşımızdaki tehlikeyi daha iyi teşhis etmek, sanatçılarla dayanışmayı güçlendirmek için. 

Bu sütunlarda konser ve festival yasaklarından sıkça söz ettik. Anlaşılıyor ki artık sergi yasakları da gündemimizin bir parçası olacak. Bir başka serginin başına gelenlerden de haberdarsınızdır umarım. Gökçeada’da açılmak istenen “İmroz’un 1964 Belleği” sergisinin sosyal medyada hedef gösterilmesi ve Kent Konseyi Başkanı’nın yaptığı açıklama sonucu sergi iptal edilmişti. Sergilere yönelik saldırılardan biri, 6-7 Eylül ‘pogromu’nun -kaçıncısı olduğunu anımsayamadığım- yıldönümlerinden birinde Feyyaz Yaman’ın yönettiği Karşı Sanat’ta açılan sergide gerçekleşmiş, ‘milliyetçi’ gençlerin bu saldırısına bizzat tanık olmuştum.        

HÜZÜN VE COŞKU

Toplumsal belleğimizde iz bırakmış olayları andık hafta içinde. Bunlardan biri, Cumhuriyet tarihimizin en acı olaylarından 6-7 Eylül’ün 68. yıldönümüydü. Resmi makamlardan tek bir sözcük duymadığımız bu günü ananlar bazı sivil toplum kuruluşları ve birkaç yayın organı ile sınırlı kaldı. Yıllar sonra, bu olayın “Özel Harp Dairesi Operasyonu” olduğu ortaya çıkarken, sorumlular hiçbir zaman soruşturulmadı. Orhan Kemal (Gurbet Kuşları), Ayfer Tunç (Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi), Ahmet Ümit (Beyoğlu’nun En Güzel Abisi) gibi yazarlarımızın kitaplarına da yansıyan 6-7 Eylül Olayları üstüne en kapsamlı romanlar Yılmaz Karakoyunlu (Güz Sancısı) ve Osman Balcıgil’in (En Hüzünlü Eylül) imzalarını taşıyor. 

Orhan Kemal’in romanındaki 6-7 Eylül izlerine Mazlum Vesek bir yazısında değinmiş, 6-7 Eylül’ü konu alan yazarlar konusuna etraflıca bakmak isteyenlere “Türk ve Yunan Romanlarında Öteki ve Kimlik” kitabını önermişti. Herkül Milas’ın bu çalışması gerçekten de ufuk açıcı. Hulusi Dosdoğru’nun, Fahri Çoker’in, Rıfat N. Bali’nin “6-7 Eylül Olayları” kitapları ve Dilek Güven’in “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Strateji Bağlamında 6-7 Eylül Olayları” da dikkate değer çalışmalar. Sinemamız ise bu konuda çok fakir; Tomris Giritlioğlu’nun Karakoyunlu uyarlaması “Güz Sancısı” dışında başka bir yapıt anımsamıyorum. İki de televizyon dizisi (Yeşilçam ve Kulüp) var, birer bölümünde bu olaylara değinen.  

Eylül’ün en coşkulu kutlamaları dün gerçekleşti. İzmir’de Kurtuluşun 101. yaşı kutlanırken, Ankara’da da C.H.P’nin 100. yılı kutlanıyordu. Emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nın zirvelerinden biri olan İzmir’in kurtuluşu, sinemamızın Kurtuluş Savaşı filmlerinin pek çoğunda belgesel görüntülerle verildi. Kurtuluş Savaşı’na ilişkin filmlerden Muhsin Ertuğrul’un “Bir Millet Uyanıyor”unu, 50’li yıllarda Atıf Yılmaz’ın “Bu Vatanın Çocukları”, Osman Seden’in “Düşman Yolları Kesti”, O. Nuri Ergün’ün “İzmir Ateşler İçinde”, Nejat Saydam’ın “Kalpaklılar” filmleri izledi (daha pek çok film var; yalnızca dikkate değer olanlardan söz ediyorum) ama son yıllarda tarihsel yapımlardan uzak duruyor sinemamız. 

Sinemadan söz açmışken, 8 ve 9 Eylül ölüm yıldönümleri olan Erkan Yücel ve Yılmaz Güney'i anmadan olmaz. İkisi de, sinemamızın usta oyuncularının en başında anılmayı hak eden sanatçılar. Ama yalnızca mesleki başarıları ile değil, toplumsal sorunlara ilişkin duyarlıkları ve mücadeleleri ile sinema tarihimize geçtiler. Rol aldıkları filmler, sinemamızın yüz akı filmler oldu.  

TOPLUMSAL BELLEK VE SİNEMA 

Toplumsal belleğin canlı tutulması, gençliğin tarihsel gerçeklerden habersiz kalmaması adına sinema sanatının üstlendiği misyon hafife alınmamalı. Kimi filmlerin, tarihsel gerçekleri bire bir yansıtmıyor diye bazı tarihçilerce eleştirilmesi onların önemini azaltmıyor. Çünkü bu filmler ele aldıkları konuya ilişkin merak uyandırarak, ateşleyici bir işlev üstlenebiliyor. Yalnızca kendi tarihimiz değil, dünya tarihinin önemli olayları konusunda da yeterli bilgi birikimine sahip olmayan genç kuşaklar için bu filmler büyük önem taşıyor. 

Dünya tarihinin dönüm noktalarını anlatan filmler izleyiciyi araştırmaya, tartışmaya yönlendirebilir; olayların bire bir verilmesi gerekmez, yeter ki tarihsel gerçekler çarpıtılmasın. Söylediklerimi örneklerle desteklemek isterim, ama köşemin sınırları yettiği kadarıyla. Bu yüzden 11 Eylül faciasını pas geçip (pek çok Hollywood yapımına esin kaynağı olan bu olayı serüven sineması kalıpları dışında, araştırmacı bir gözle yaklaşan belgeseller de var), dünya tarihinde önemli izler bırakmış 11 ve 12 Eylül tarihleri, yani Şili darbesi ve tarihimizin karanlık sayfalarından biri olan 12 Eylül darbesi üzerinde odaklanalım. 

VAMPİR PINOCHET

11 Eylül 1973’te Şili’de faşist general Pinochet komutasındaki askeri birliklerin, solcu Başkanı Salvador Allende’yi kanlı bir darbe ile devirerek el koydukları siyasi iktidar 18 yıl hüküm sürdü. On binlerce solcunun işkencede öldürüldüğü, stadyumda kurşuna dizildiği darbe günleri, öncesi ve sonrasıyla pek çok sinema yapıtına ilham kaynağı oldu. En bilinenleri, 1982 Cannes Festivali’nde “Yol” filmi ile birlikte Altın Palmiye’yi paylaşan Costa Gavras’ın “Kayıp”, Şilili yönetmenler Patricio Guzman’ın üç bölümlü “Şili Savaşı” ile “Hayali Ülkem”, Miguel Littin’in “Şili Üstüne Rapor”, “Yoldaş Başkan”, “Allende” belgeselleri, Pablo Larrain’in “Tony Manero”, “Post Mortem” ve “Hayır!” üçlemesi, Andres Wood’un iki küçük çocuğun gözünden darbeyi anlattığı “Machuca” olsa gerek. Larrain, dün sonuçlanan (yazıyı yazdığım saatlerde henüz sonuç belli olmamıştı) Venedik Film Festivali’nde yarışan “Reis” (El Conde) filmi ile yeniden gündemde. Yanılmıyorsam film, hafta içinde sıcağı sıcağına Netflix’de gösterime sunulacak. Larrain filmde, kanlı Şili darbesinin lideri Augusto Pinochet’yi bir vampir olarak gösteriyormuş. 

Tıpkı Gavras gibi Şili’deki darbeye kamerasını yönelten başka yönetmenler de oldu. Alman yönetmen Florian Gallenberger “Koloni” adlı filminde Pinochet cuntasınca tutuklanan bir Allende taraftarının, eski bir Nazi subayınca yönetilen bir komünde yaşadığı korkunç olayları anlatır. Pinochet diktası üstüne filmler arasında, Manuela Martelli’nin “1976”sı, Ulf Hutberg ve Asa Faringer’in “Şili’de Saklı Günler”i de sayalım ve geçelim bir başka Latin Amerika ülkesine… Arjantin’de Peron’u deviren askeri cunta da pek çok filme konu oldu. Luis Puenzo’nun “Resmi Tarih” (1985), Marco Bechis’in “Olimpo Garajı” (1999) ilk akla gelenler. Geçen yıl En İyi Uluslararası Film kategorisinde Oscar’ın kısa listesine giren Santiago Mitre’nin “Arjantin 1985”i, cunta devrildikten sonra Arjantin’in hukuk düzenine geçmesinin kolay olmadığını anlatıyordu. Darbe döneminin sorumlularının yeni dönemde de varlıklarını sürdürmesi sorunu Nazi dönemi sonrasını anlatan filmlerde de sıkça ele alınan bir tema olmuştu. Diğer Latin Amerika ülkeleri ile Asya ve Afrika ülkelerindeki darbeler de kurmaca ya da belgesel yapımlara konu oldu ama hepsini sıralamaya yerim yetmez. Avrupa sineması içinde en ünlü film hiç kuşkusuz Yunan Cuntasını konu alan Costa Gavras’ın 1969 tarihli “Ölümsüz”ü (özgün adıyla “Z”). Bu yıl, İzmir Akdeniz Sinema Buluşması’nda bir kez daha izlenmeyi hak eden bir klasik. 

12 Eylül’e geldiğimde, yerimin sınırlarına ulaşmış oldum. Sinemamızda 12 Eylül darbesine giden süreci, darbeyi ve sonrasını, direnen devrimci gençleri, muhbirleri, işkencecileri, yılgınları anlatan çok sayıda melodram yapıldı. Ama, darbeyi oluşturan koşullar, darbenin gerçek sorumluları anlatılabildi mi kuşkuluyum. Bir gün yine döneriz bu konuya. Şimdilik şunu söylemekle yetineyim: toplumsal bellek, geçmişin hatalarını tekrarlamamak için önemlidir ve sinema sanatının bu belleğin oluşmasına, güçlenmesine verdiği destek inkâr edilemez.