Depremin ilk gününden beri memleketin dört bir yanından çıkıp yayılan iyilik damarlarına işaret ederek, “örgütlü iyilik”le yıkan depremin kurduğuna da tanık olacağımızı yazageliyorum. Bu aynı zamanda bir dilek ve umut tabii. Ancak, öylesine ağızdan çıkmış “romantik” bir kavram değil.

Takım adı söylemek gerekmiyor, hiç önemli değil, ama öfkenin “istifa” diye ifade edilmesinde tribünlerin birbirini izleyeceğini söylemek mümkün. Stadyumlardan yankılanan “istifa” sesleri toplumun çok geniş kesiminin hissettiği bir duygunun yansıması.

İster stadyumlarda yankılansın isterse meydanlarda, hatta Gezi’de olduğu gibi en görkemli biçimiyle, tek başına öfke sadece keskin sirkenin küpüne verdiği zararı doğurur!

Hem de ne zarar!

BirGün’deki yazılarından tanıdığınız ve şimdilerde İstanbul’un depreme hazırlanması çalışmalarında önemli görev üstlenmiş dostumuz Prof. Dr. Tarık Şengül, T24’teki röportajında mevcut toplumsal huzursuzluk ve öfkenin ucu açık bir süreç olduğunu vurgulayarak, “Bu enerji tümüyle kızgınlığa dönüşüp faşizmi de çağırabilir, tam tersine dayanışmacı toplum örüntülerini de” demişti.

Şimdi karşımıza on binlerce insanın ölümü olarak çıkan düzenin, Kızılay’ı çadır ve konserve satar hale getiren bugünkü sahipleri, büyük çoğunluğunu kontrol ettikleri medyayla, “hemen şimdi”, “size içinde ölmeyeceğiniz konutlar yapacağız” kampanyasıyla enkazdan seçim zaferi çıkarma hazırlığında.

Bunu da, bireysel eylem imkânlarını alabildiğine daraltıp, “toplumsal özneyi sıfırlayan bir tahakküm durumu olan ‘istisnai hal’ (olağanüstü hal)” altında yapacağını açıkça görüyoruz. Stadyumları kapatıp maçları seyircisiz, daha da olmadı ortada kendi kendine gidip gelen bir topla, oyuncusuz oynatarak!

Hepiniz kenara çekilip durun, sizi yaşatacak olan ancak benim!

Mbembe’nin “nekropolitika” dediği; “Egemenliğin gerçekleştirilmesi ölümlülüğün kontrolünden ve hayatın iktidarın uygulanması ve görünürlüğü olarak tanımlanmasından geçer” halinin deprem özelinde somutlanmasını izliyoruz.

Kovid’le birlikte dünyanın her yerinde sormaya başladığımız sorular şimdi bu topraklarda çok daha önem ve aciliyet kazandı. İyilik damarlarından akan her birimiz “özne olma perspektifi”nden yoksun mu yürüyeceğiz? Tahakküme rıza gösteren, hatta uygulanmasında gönüllü rol alan toplumsal aktörlere mi dönüşecek yoksa sol-ortaklaşma fikirlerine dayalı, kendi kendine yeten komünlerin yaygınlaştığı toplumsal modellerin yaygınlaşması için mi çalışacağız?

“İyiliği örgütlemek” öylesine söylenmiş romantik bir kavram olmaktan çıkıp ete kemiğe bürünecekse, bu ikincisini yaptığımızda olacak.

Bir stadyumdan yükselen “Yalan yalan yalan, dolan dolan dolan, 20 sene oldu istifa ulan!” öfke seslerinin, bir başka stadyumda havada uçuşan binlerce oyuncakla birlikte “Çocuklar hep gülsün” eylemiyle yankılandığını gördük. İşte buradan yürüdüğümüzde “bir başka” olacak memleketimiz.

Öfkeyi, iyiliği örgütleyen kurucu bir enerjiye dönüştüremez ve bunu da bir saman alevi olmaktan çıkarıp hiç sönmeyen bir ateşe dönüştüremezsek on binlerce insanın ölümüne bir kez daha yazık olacak!

Memleketimin “bir başka” olması için atılacak ilk adıma haftalar kaldı ve tam zamanında çok güzel söyledi Sırrı (Süreyya Önder); siyaset kazanacak adayın peşinden gitmek değil, bir fikri/bir adayı” kazandırma mücadelesidir!

Artık daha fazla gecikip öfkenin zararlı yollara sapmasına fırsat vermeden, hayallerimizdeki “bir başka memleket”in ilk adımı için bir aday etrafında eksiksiz toplanmalıyız. Muhalefet biraz daha oyalanır ve bunu başaramazsa, stadyumlardan yükselen öfke onu da hedef alacak!