Nüfusa göre yirmi ekimde doğdum. Karlı bir günmüş, yol-yolak yokmuş. Bizim doğduğumuz yere Kırmızı Tepe de derler, altımızdaki toprak kan kırmızıdır. Kar o yıl, öyle bir hınçla örtmüş ki kızıl toprağı, köpekler o yıl ahır içinde yeni doğmuş kuzuların yanına uzanıp yatmış, aç kurtlar miyavlamış, bir buğday tanesi kadar toprak bile ortada görünmemiş. İnsanın aldığı nefes, Pule Dewresu’dan Moşig’e, Pazapun’dan Xozmerek’e, memedeki süt gibiymiş. Kırmızı toprak beyaz cehennem içine saklanmış, nefes almamış, peşindeki düşman geçip gitsin diyen, bir çalı altına girmiş masallardaki o insan gibiymiş. Toprak, köpek, kuzu, kurt bir şey öğrenmiş.

Annemin karnından paçuya girmişim, yavaş yavaş büyümüşüm. Ol kırım ve sürgün hikâyeleri kulağımıza, her daim, çewesea Haq o seneleri bir daha getirmesin, sözüyle fısıldanırdı. Kırmızı Tepe’den Mameki düzüne, Cebeci’deki serin ve loş binanın hınçlı kantininden Meclis’e bir döndüm, yaş kırk beşti. Mamunelli oynamaktan, Munzur’da mose tutmaya, yüksek dağlardaki ziyaretlere dudaklarımı değdirmekten, geceleri pısımlaylarla uykuya varmalara nerdeyse bir ömür geçirdim. Bir öfke saplanmış içime, eski kuşaklardan, elime, zihnime, kulaklarıma, dilime vurmuş, her yere bulaşmış. Sonunda kırklara da vardım, dönüyor zaman, bir şey öğrenemedim.

İnsanın yurdu çocukluğudur. Oyunlar, haylazlıklar, şaşırmalar, sormalar, cevaplara yeniden sormalar, inanmamalar, isyanlar, şımarıklıklar, korkular, bu dönemindir (Şimdi yapsak ne derler düşünsenize, en azından teneşir-meneşir). Her şeye gücü yeten bir baba, hep gülen bir ana, arkadaşlar, ekmek içinde gudik peynir, sarı mika bilyeler, iki tekerlek bisikletler, kesilen kurbanın alna sürülen sıcak sulu kanı, niyaz üstünde edilen Kırmancça dualar, zenginler, fakirler, varlıklar, yokluklar derken, çocuktan insan doğarmış. Ben öğrenemedim, insan olamadım.   
  
Demir kapı, güüüm diye üstümüze kapandığında yirmilerin ortasındaydım. Hiç yakalanacağıma, yargılanacağıma, kafesteki bir kuş gibi çaresiz olacağıma inanmazdım, kimse inanmazmış. Şapkası, bıyığı, bir de siyah iskarpinleriyle gardiyanlar, maltada çalan düdükleriyle askercikler nöbetteydi. Gökte inceden yağan kara, evvela selam eden mektuba şaşardım. Sadece bir avuç göğü veren duvarlar içinde, genç-yaşlı, yardım yataklıkçı köylüler, kırık ranzalar, solmuş çarşaflar, gözü kör eden, sarı yorgun koğuş lambası vardı. Sonrası, bir ve iki nolu degemeler, daktilo tıkırtıları, cezalar, tahliyeler, adliye altında gizlide mavi ring araçları vardı. Benim ben diyen babayiğidin bile yüreğini çürüten e-tipi hapishanelerdi. Gitgide solan yüzler, soba başı sohbetleri, askerde sayılan günler gibi birden geride kaldı. Hiçbir şeyi yazmadım bir küçük deftere bile, bir şey öğrenemedim.

Kimi insan hayatı kendinden öğrenir. Kimisi geçmişten, atalarının getirdiğinden bilir. Kimi insan yalnız bir köy okulunda, uzaktan gelmiş idealist bir maylımın sevgi dolu dersinde çözer. Kimisi savrulur hiç durmadan, Avrupalardan, Amerikalardan, çeşit çeşit ırktan, sesten, dudaktan, tenden öğrenir. Kimi insan vardır, hiç bilmeden usulca biriktirir ömrünce, sonra bir gün bakar, en büyük makam hiçlikmiş, o vakit insan-ı kâmil olur. Xızır’ın boz atından, nazlı düldülün kadim kayada bıraktığı çatallaşmış izden, derviş Düzgün’ün tozundan öğrenir kimisi. Kimisi manastırda, inzivada, monastik mağaralarda, çileci bir yolda öğrenir. Kimileri İncil’den, Kuran’dan, hadisten, duadan ezberler. Ben hayatı, nehre sızan kandan, vagona konan candan, dumanlar tüten komdan, Ali İsmail’in kırmızı kanından, Berkin’in öpülesi yüzünden bildim. Bir sorsanız, hiçbir şey öğrenemedim.  

Dört yıl evvel bir nisan ayıydı, -tıpkı iki gün evvelki gibi- vekil listelerinin içeri verileceği gün parti liderinden aldığım ani bir telefonla başladı siyaset maceram. Ne oldu bilmem, ansızın düştüm içine, Meclis’e geldim. Bir haziran günüydü, geniş yeşil bahçeler içinde girerken kapıdan, üniformalı polis otomat selama durdu, arabamın teybinde hınçlı eski marşlar çalmadaydı. Dün baktım dört yıl resmen dolmuş, geride bir yığın qısawet, bir sorsanız, yok bir kelime bile öğrenemedim yine.

Paçu: Kundak, Mose: Balık, Pısımlay: Bisimlahirrahmanirrahim, Kırmancça: Dersimce/Zazaca, Maylım: Öğretmen, Qısawet: Kaygı.