Orta sınıf çökerken, piramidin sivri ucundan uzak
Fotoğraf: AA

Çalışan kesimin iş dünyasından beklentilerini anlayabilmek için kullanılan popüler bir kavram Abraham Maslow’un 1943 yılında literatüre kazandırdığı kuramı Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’dir. Hatırlayalım, piramidin en altında nefes alma, beslenme, sağlıklı metabolizma gibi fizyolojik ihtiyaçlar vardır. Bir kademe üzeri kendisinin ve ailesinin can, mahremiyet ve mülkiyet güvenliği, sonrasında sosyal aidiyet; saygınlık ve en uçta da kendini gerçekleştirme ihtiyacı yer alıyor. İlk etapta kişisel gelişim kitaplarından çıkmış gibi gözüken kendini gerçekleştirme ihtiyacı aslında tüm insanların yine temel ihtiyaçlarından birisi; genel olarak kendi yaşamından tatmin olması anlamına geliyor.

Bu kuram özellikle sosyal bilimler alanındaki üniversite öğrencilerine öğretilen bir kavramdır. Fakat gelin görün ki bu gençler iş dünyasına atıldıklarında bu ülkede piramidin sivri ucuna çoğunlukla yaklaşamayacaklardır.

Çokça eleştirilir beyaz yakalılar… dilleri, tüketim kalıpları, yedikleri içtikleri… ne kendilerini mavi yaka olarak tabir edilen işçi sınıfına ait görürler, ne de gerçekte sermayedarlar kulübüne girebilirler.

Bugüne dek beyaz yakalılar arasında gelir skalası oldukça genişti, fakat ülkenin yüksek enflasyon sarmalına girmesi ve iktidarın yeni ücret politikası işleri iyice karıştırdı. Öyle bir duruma geldi ki ücretler çalışanın eğitim seviyesi, nitelikleri ve kıdemi ücretler üzerinde iyice etkisini yitirdi. Hatta tüm ücretlerin asgari ücrette eşitlendiği bir geleceğe doğru hızlıca yol aldık.

Ne oldu? 

Son bir yılda kiradan gıdaya resmi olarak açıklananın aksine yaşanan enflasyonun %80’nin üzerinde olduğu biliniyor. Buna rağmen TÜİK’in açıkladığı tüketici enflasyonu %38’lerde. Yoksulluk sınırını yine aşamayan asgari ücrete %34 zam yapılırken, vergi zamları %100’ün üzerine çıktı. Asgari ücretliler, ülkemizde çalışanların neredeyse yarısını oluşturuyorlar, AB’de ise toplam çalışanlar içindeki payları %4. Tanımı gereği asgari ücretin istisnai bir ücret, yani bir referans olması gerekirken, ülkemizde genel bir ücrete dönüştü. Rakam ile 11.402 TL olan asgari ücretle örneğin İstanbul’da ev kirası bile ödenemezken, bu yoksulluk seviyesine az değil çalışanların yarısı mahkum edilmiş oldu. Ve elbette beyaz yaka bu guruptan muhaf değil.

İktidarın yeni ücret pratiğinde kamu çalışanlarının kök ücretlerine bu yüksek enflasyon döneminde sadece %17,5 zam yapıldı. Ve seyyanen 8 bin 77 TL, bu zamma ilave edildi.

Önümüzdeki dönem de muhtemelen bu kök ücret üzerinden zam hesaplanacak ve bugün emeklilerin başına geldiği gibi yeni zamlı maaşlar seyyanen yapılan ödemeyi aşamayacağı için kamu emekçisi bir zam alamayacak. Böyle böyle ücretler erimeye terk edilmiş gözüküyor şimdilik. Beyaz yaka yoksulluğu Son düzenlemeler esasında gerçekte olanı daha da hızlandırdı. Beyaz yakalının yoksullaşma eğilimi yeni başlamadı, uzunca bir süredir yaşam kaliteleri önemli bir şekilde eridi. Bugün artık kira öder gibi ev almak da araba almak da yalan oldu. Maaşın çoğunu yutan kiradan sonra kalan üç kuruşla yapılan harcamalar da zulüm oldu. Özellikle çocuğu olanlar için eğitim masrafları, sağlık harcamaları, çocuk imrenmesin diye borçla harçla gidilen tatiller… etin kilosu, taneyle alınan meyve-sebzeler, evden iş yerine götürülen öğle yemekleri, sürekli bir hesap kitap meşgalesi… Neyse ki, toplum olarak ne kadar farklılıklarımızı dile getirseler de, en nihayetinde tüm bu ortak dertlerde birleşiyoruz. Fakat beyaz yakalının ayrı bir derdi var: Boşuna mı okudu bu beyaz yakalı? 2011 yılında Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan ve İlknur Üstün’ ün kaleme aldığı kitabın başlığı idi ‘Boşuna mı okuduk’, ilgilenenlere tavsiye derim kitaptaki röportajlar ve saptamalar bugüne parlak bir ışık tutuyor.

Her şey para mı? 

Yaşam kalitesi genellikle yaşam standardı ile karıştırılan bir kavramdır. Oysa daha çok gelir, servet ve meta sahipliği ile ifade edilen yaşam standardının ötesinde yaşamın kalitesi birebir mutluluk ve ingilizcede well-being anlamında gelen esenlikten ibarettir. Aradaki farkı piyango bileti örneğiyle açıklayayım. Piyangonun kendimize çıktığını öğrendiğimizde çok mutlu oluruz, hayatta hiçbir derdimizin kalmadığını düşünürüz. Havadan kazandığımız servet ile önce borcumuzu öder, sonra kirasını ödeyemez hale geldiğimiz evden çıkar kendimize güzel bir ev alırız. Gösterişli bir arabayı, bu evin önüne çeker, elimizde kalan son para ile bugüne dek alamadıklarımızı, yemediklerimizi ve giyemediklerimizi alırız. Bu, bizi bir müddet mutlu etse de mutlu bir hayat sürmemize yetmeyecektir. Çünkü mutluluk sadece parasal bir olgu değildir; evet parasız saadet olmasa da tek başına para da bize saadeti getirmeye yetmeyecektir.

Dolayısıyla ücretler meselesi çok önemli olsa da sorun çözüldüğünde ortada bir ‘kalite sorununun’ kalacağı belli. Çünkü piyangodan çıkan parayla aldığınız şeyler, size ancak sistemin sunabileceklerinden ibarettir. Asıl mesele sistemin neler sunduğu ile ilgilidir.

Örneğin “neden özel okula para veriyoruz” sorusunun ‘özel okula neden paramız yetmiyor’ sorusundan daha önemli olduğunu düşünüyorum. Yahut neden arkadaşlarımızla buluştuğumuz yerler bir kafe veya restoran olmalı? Parklarımız, yeşil alanımız, kentin içinde para vermeden sosyalleşebileceğimiz alanlarımız neden yok? Sağlık sistemi neden parası olana işler hale geldi? Neden özel sağlık sigortası bu kadar ihtiyaç halinde?

Günümüzün en önemli sorunlarından biri… Neden dolaşım özgürlüğümüz yok? Bugün Türkiyeli bir beyaz yakalı, parası olsa dahi ülke sınırlarının dışına çıkamıyor; diğer bir ifade ile dünyanın büyük çoğunluğu ile olan diplomatik ilişkilerin bozulması sebebi ile istenmiyor. Bu konuyu sadece bizim insanımız neden gezmeye dolaşmaya gidemiyor meselesi olarak ele almak son derece hatalı olur. Konuyu nasıl okumak gerektiğini ‘Dış Minnaklar’ podcast’inde Ömür Kula ve Bahadır Kaleağası çok yerinde ele alıyor. Dünyaya açık bir toplum olmanın, hem eğitimli nüfus açısından hem de toplumun diğer kesimleri ve ülke açısından ilerici, rekabet gücünü yükselten, donanımını ve saygınlığını artıran bir mesele bu. Ama en başta bu bir özgürlükler meselesidir.

Nitekim özgürlükleri, mekanları, hakları ve de paraları ellerinden alınmış bir eğitimli nüfus beyaz yakalılar. Mutsuzlukları çok, mutlulukları da sistemin sunduğu teamüllerle sınırlı. Bu sınırlar içinde, bir kültürel kodlama devreye giriyor. Yoğun sosyal medya bombardımanları ile desteklenen bu kod şunları bağırıyor: ‘sen yediğin, içtiğin, giydiğinsin. Toplumsal yerin hangi mekanlara gittiğin ile, hangi muhitte oturabildiğin ile belirleniyor.’ İşte burada beyaz yakalının dünyasına büyük çelişkiler giriyor.  Mutlu olmanın yolunu yaşam kalitelerini sağlamada değil, sistemin yukarıdan dayattığı bu kodlarda aramaya başlıyor beyaz yakalı emekçi.

Sistemin verdiği havuç da bu noktada borçlanma oluyor. Aslında hem havuç hem de pranga. Şöyle açıklayayım: doğrudan ödediğimiz vergi gelir vergisidir. Gelir vergisini ödedikten sonra elimizde kalan ile geçiniyoruz. Elimizde kalana harcanabilir gelir diyoruz ve bu isim maalesef kağıt üzerinde kalıyor. Kendi gelir vergimizi ödedikten sonra başlıyoruz borç kapatmaya; önce kredi kartları, sonra krediler, sonra da dolaylı vergi dediğimiz KDV ve ÖTV ile devletin borçlarını kapatmaya. Bu borçlanma durumu hem gelirin yetmediği noktada tüketim yapma olanağı veriyor, ‘sahte bir refah tuzağı’, hem de işsiz kalmanın maliyetini artırarak var olan işe mecbur bırakıyor.

Tüm bu ‘streslerle başa çıkmanın’ yolu 

Nitekim Dünya Sağlık Örgütü yaşam kalitesini, sağlık (fiziksel, zihinsel ve ruhsal), toplumsal ilişkiler, eğitim durumu, çalışma ortamı, sosyal statü, servet, güvenlik ve emniyet duygusu, özgürlük, karar vermede özerklik, sosyal aidiyet gibi öğelerle açıklanıyor. Dolayısıyla varoluşumuzun en önemli amacı olan mutlu olmak için bu öğelere ihtiyacımız var.

Beyaz yaka ve sağlık kelimesini Google’dan arattığınız zaman karşınıza sıklıkla beyaz yakalının stresle nasıl başa çıkması gerektiğini sıralayan siteler çıkacaktır. Nasıl stresini kontrol altına alabilirmiş beyaz yakalı? Bir hobi edinebilirmiş örneğin. Yürüyüş ve egzersizi ihmal etmemeliymiş, yoga ve meditasyon ile zihnini boşatabilir, iş hayatına verdiği önemi, özel yaşantısına da vermeliymiş. Dahası iş saatleri dışında telefonunu kapatmalı, çalışma saatlerini aşmamalıymış ve de HAYIR demesini öğrenmeliymiş. İşte yabancı dergilerden kopyala-yapıştır yazılar ülkemize bu kadar denk düşüyor. Sahte refah algısı içinde karikatürleştirilmiş stresler ve onun mizahi çözümleri.

Rotayı değiştirmek

En temelde beyaz yakalı çalışanlar, emeğinden başka bir üretim aracına sahip olmayan ve hayatını sürdürebilmek adına emeğini satan kişi/kişilerden başkaları değillerdir. Yani Karl Marx’ın, Ekonomik Sınıf Modeli’nde proleterya olarak tanımlanan işçi sınıfının aslında ta kendisidir. Fakat eğitim durumları, beceri ve vasıfları ile farklılaşmış bir emek biçimidir. Geçim sorunları ve dertleri tasalarıyla ile tüm emekçilerle birleşir; bilgi, beceri ve donanımlarıyla, sahip oldukları hedef ve taleplerle kendi aralarında bile ayrışırlar. Dolayısıyla bu karanlık tabloyu değiştirmek için, önce beyaz yakalı emekçilerin kendi rotasını değiştirmeleri, dümeni hak ve talep kavgasına kırmaları gerekir. Birleşmeden, bir arada mobilize olmadan mutlu bir gelecekten bahsetmek mümkün değil. Bunun dışında beyaz yakalı emekçilerin piramidin sivri ucundan uzak yaşamaları ülkemizin eğitimli nüfusunun verimli kullanılmadığı, bilginin, becerinin, eğitimin, ödüllendirilmediği anlamına gelir ve bu bir toplumsal meseledir. Bunu da unutmamak gerekir.