Senkronize durgunluk, çözüm arayışları, küresel yeşil yeni düzen
İşin dudak uçuklatan kısmı ise gençlerin istihdamına ait. Dünyada gençlerin istihdamında 1993’ten 2018’e %15’lik bir düşüş gerçekleşirken, yüksek-orta gelir bandındaki ülkelerde bu düşüş %23 olarak gözleniyor. Bu gruptaki ülkelerde her 100 gençten sadece 37’si iş bulabiliyor. Gerçek yaşamda ise bu rakam daha da yüksek; çünkü bu verinin içine dahil edilebilmesi için resmi iş bulma kanallarını kullanması ve belli bir süreyi aşmayacak şekilde iş araması gerekiyor.
“Küresel ekonomide durgunluk rüzgârları esiyor, bu rüzgarların 2020’de gelişmiş ekonomilerle birlikte birçok çevre ekonomisini havaya uçuracağı beklentileri güçleniyor. 2008 Krizi sonrasında ortaya atılan parasal normalleşme hedefleri çoktan rafa kalktı, fakat bir gerçek var ki o da artık bir tur daha parasal gevşemenin toplam talebi artırmada başarısız olacağıdır… Finansal şişkinlik, ekonomik kutuplaşma ve çevresel bozulma, hiper küreselleşme döneminin belirleyici özellikleri haline gelmiştir. Tüm bu olgular aynı zamanda, ekonomik, sosyal ve çevresel bozulmalara yol açarak birbirini beslemektedir.”
Bu ifadeler UNCTAD’ın (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı) yayınladığı Ticaret ve Kalkınma Raporu’na ait. Ve Türkiye başta olmak üzere gelişmekte olan ülkeler için şu tespitlere yer veriliyor: “Parasal genişleme olsa bile bunun yükselen ekonomilerin işine yarayacağı açık bir soru işaretidir. 2019’daki veriler gelişmekte olan tüm ekonomilerde (özellikle de Latin Amerika’da) yavaşlamayı ortaya koymaktadır.”
Belirli periyotlarda krizlerle ilerleyen kapitalist sistem uzunca bir zaman V-tipi kriz olarak ifade edilen yavaşlama-dibe çöküş-toparlanma-normalleşme şeklinde de ifade edebileceğimiz kriz çevrimleri ile ilerliyordu. Ne var ki 2008 krizinden sonra bu çevrim yerini L-tipi yani dibe çöküş sonrası tam anlamıyla toparlanmanın yaşanamadığı bir kriz özellikleri gösteriyor. Bu durum kimi yerlerde ‘yeni normal’ olarak tanımlanan uzun soluklu bir durgunluk dönemini ortaya koyuyor. Öyle ki IMF’nin yeni başkanı Kristalina Georgieva, bu süreci senkronize durgunluk olarak adlandırarak resesyonun kapıda olduğunu ifade ediyor. Elbette ki pastanın boyutları öncekine göre epey küçüldüğü için bu “yeni normal” süreçte kartlar yeniden karılıyor, ekonomilerin yapısı, siyasi aktörler, jeopolitik ve ticari ilişkiler de yeniden belirleniyor.
UNCTAD’ın raporundaki makro verilerden bugün nasıl bir dünyada olduğumuzu resmetmeye çalışırsak, 2008 krizinin ardından küresel piyasalara empoze edilen parasal genişleme programları, gelişmiş ülkelerde toparlanma havası estirirken, diğer yandan gelişmekte olan ülkelere (GOÜ) yoğun sermaye akışlarına neden olarak yüksek büyüme hızlarına neden oldu. Fakat bu olumlu hava sadece birkaç yıl sürdü, gelişmiş ülkelerin bir türlü kriz öncesi büyüme tempolarına dönememesi, istihdam ve üretim kısmında verilerin gerçek anlamda bir iyileşmeye işaret etmemesi kalıcı bir durgunluğun yaşandığını ortaya koyuyor. Burada önemli bir konu ise bu durgunluk sürecinde GOÜ’lerle gelişmiş ülkeler arasındaki büyüme hızı makasının giderek kapanıyor olması. Bu eğilim aynı zamanda küresel kapitalizmde bir dönemin kapandığını, yeni bir dönemin başladığına işaret ediyor.
Bu yeni dönemin öğeleri hiç kuşkusuz düşen ticaret hacimleri, yüksek dış borç seviyeleri, sanayisizleşme, yüksek işsizlik ve gelir eşitsizliği olarak karşımıza çıkıyor.
Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) verilerine göre, küresel ticaret hacmi 2019 yılında 2009 yılından sonraki en dip noktasında bulunuyor. Düşen büyüme rakamları sonucu kızışan rekabetle birlikte ortaya çıkan ticaret savaşları da bu duruma tuz biber oluyor. DTÖ şefi Roberto Azevêdo’nun küresel ticaretteki en karanlık görünüm olarak tarif ettiği bu dönem önemli derecede istihdam kayıplarına, ticaretle uğraşan şirketlerin daha az işçi çalıştırmalarına yol açıyor.
Örneğin ABD’nin Çin’den ithal edilen mallara yönelik gümrük vergisi uygulamasının toplamda 300 bin kişinin işine mal olacağı tahmin ediliyor.
Bir krizin çözümü başka bir krizin nedeni
2008’deki krizin çözümü için küresel piyasalara salık verilen trilyonlarca dolar, başta dışa bağımlı ülkelerde ucuz krediye dönüştü, özel kesim dış borçlanmasında sıçramaya neden oldu. Aslına bakarsanız bu durum, küresel kapitalizmin sürekli olarak aynı hatayı vermesi anlamına geliyor. Bu nedenle bugün hala 1970’lerin sonundaki kriz döneminde sıkça kullanılan ‘borç tuzağı’ kavramını kullanmak durumunda kalıyoruz. Hiper finansallaşma zemininde parasal politikaların her derde deva olacağı anlayışı, sonu bitmek bilmez krizlere, reel ekonominin üretim-yatırım-istihdam sorunlarında ölümcül darbelere neden oluyor. UNCTAD raporuna göre, örneğin 2008 krizi ile birlikte G20 ülkelerinde dış borçların milli gelire oranı %151’e ardından da %131’e kadar düşmüştü. Fakat düşük faiz, ucuz kredi denklemine dayanan parasal politikalar sonucu bugün bu oran yeniden %151’e sıçramış oldu. Yükselen ekonomilerde ise durum daha da vahim, 2000-2008 arası ikiye katlanan dış borçların milli gelire oranı hız kesmeyerek 2018’e dek yeniden ikiye katlanmış durumda. Bu yüksek dış borçlar nereye kadar devam eder diye sorarsanız, Arjantin ve son olarak Türkiye’de patlak veren kriz, bu borçluluğun artık patlama noktasına geldiğini göstermede örnek olarak gösteriliyor.
Farklı bir yola çıkmak isteyenlerin ise söyledikleri çok net. Bu fikir, sistemin reforme edilecek bir tarafının olmadığını, ne yaşanıyor ise sistemin kendisinden kaynaklandığını, sermayenin sınırsız rekabet anlayışının ve kazanç arayışının emeğin kazanımlarını, adaleti, ahlakı, gezegenin tüm değerlerini yok ettiği bir tartışmayı gündeme taşıyor.
Her 100 gençten 37’si iş bulabiliyor
Tüm bu gelişmeler en nihayetinde bundan böyle bu sistem içinde nasıl bir yaşam süreceğimize işaret ediyor. Bunun doğrudan belirleyeni de hiç kuşkusuz iş ve istihdam konusu. Hangi işler sunuluyor? Bu işler nasıl bir çalışma biçimini dayatıyor? Daha mı az daha mı fazla kişiye iş sunabiliyor?
Sondan başlayayım; öncelikle gidişat her geçen gün daha az kişinin iş bulabildiğine işaret ediyor. ILO rakamlarına göre, 1993’ten bu yana dünyada istihdam oranları düşüyor; işgücü içinde sayılan ve resmi istatistiklerce tespit edilen istihdam edilenlerin oranı 1993’te %62 iken, bu rakam 2018’de %58’e düşüyor. Düşük gelirli ülkelerde bu süre zarfında istihdam oranı %3’e yakın, yüksek gelirli ülkelerde ise %2’ye yakın düşüş gösteriyor. En vahimi ise Türkiye’nin de yer aldığı yüksek-orta gelir bandındaki ülkelerde yaşanıyor; istihdamda yaklaşık %7,5’lik bir düşüş gözleniyor.
İşin dudak uçuklatan kısmı ise gençlerin istihdamına ait. Dünyada gençlerin istihdamında 1993’ten 2018’e %15’lik bir düşüş gerçekleşirken, yüksek-orta gelir bandındaki ülkelerde bu düşüş %23 olarak gözleniyor. Bu gruptaki ülkelerde her 100 gençten sadece 37’si iş bulabiliyor. Gerçek yaşamda ise bu rakam daha da yüksek; çünkü bu verinin içine dahil edilebilmesi için resmi iş bulma kanallarını kullanması ve belli bir süreyi aşmayacak şekilde iş araması gerekiyor.
Küresel rekabetin kızışması, yeni teknolojileri sahneye çıkarıyor. İnsan emeğinin üstlendiği tüm görevleri taklit edebilecek kapasitede robotların yaygınlaşması, üretim sürecinden insanı kısmen saf dışı edecek bir etkiye sahip. Kısmen diyorum, çünkü en nihayetinde robotlar da bir insan üretimi olduğu için, üretimde yer alan insan emeği yüksek vasıf sahiplerine doğru kayıyor. Bu da en nihayetinde istihdam önceliğini ve rekabet gücünü eğitim kalitesi en yüksek ülkelerin elinde topluyor. Bunun haricindeki ülkelerin bu sistem içinde ellerinde kalan ise esnek ve kuralsızlaştırılmış, tek seferlik işlerde düşük ücretli çalışma biçimleri oluyor.
BM’nin Küresel Yeşil Yeni Düzen Önerisi
Küresel kapitalizmin bugüne dek ürettiği eşitsizlik ve yoksulluğun yanı sıra doğaya, gezegenimizin ekolojik dengesine verdiği tahribat artık sürdürülemez boyutlara ulaştı. BM’nin bu konudaki önerisi de küresel kapitalizmde ‘yeni bir sayfa’ açarak bir yandan küresel adaletsizlikleri onaracak diğer taraftan da ‘çevre dostu’ işler üretecek bir programı öne koyuyor. Raporda yaklaşık 1,7 trilyon dolara denk gelecek olan-ki bu da hükümetlerin fosil yakıtları sübvanse etmede kullandığı kaynağın sadece üçte biri- yeşil yatırımlardaki %2’lik artışın küresel ekonomide en az 170 milyonluk istihdam yaratacağı belirtiliyor.
BM’nin bu yeni önerisi, istenildiğinde kolaylıkla hayata geçirilebilir ve elbette ki olumlu sonuçlar doğuracak adımları kapsıyor. Fakat ne var ki, işin esasında ‘iyi huylu bir küresel kapitalizm’ önerisinin ötesine de geçemiyor. Ekolojik dengeye verilen hasarın küresel kapitalizmin bir ürünü olduğu, UNCTAD’ın kendi tanımıyla ‘hiperküreselleşme�� döneminin bir sonucu olarak ortaya çıkan küresel iklim krizinin sınıfsal ve politik karakteri göz ardı ediliyor.
Bu kapsamda iklim değişikliğinin ve de küresel eşitsizliklerin sistemsel bir sorun olduğunu vurgulayan, eksiklikleri saklı kalmak koşuluyla ekososyalist bir hatta yer alan ‘Yeni Yeşil Anlaşma’yı anımsamakta yarar var. Bu anlaşma ilk olarak ABD Demokrat Kongre Üyesi Alexandria Ocasio-Cortez tarafından yasa teklifi olarak sunulmuş, ardından da geçtiğimiz yaz Demokrat Partili ABD Başkan aday adayı Bernie Sanders tarafından da seçim kampanyası haline getirilmişti. Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin temel nedenini tekelci holdingler ve bu tekellerle işbirliğindeki hükümetler olduğunun altını çizen program fosil yakıt endüstrisine karşı harekete geçilmesi gerektiğini vurgulayarak, 2030’a kadar ülkede enerji ve ulaşımda karbon salınımlarının minimuma indirilmesini (en az %70 düşürülmesi) 2050’de ise tamamen ortadan kaldırılmasını hedefleniyor. Bunu da küresel iklim adaleti hareketini de kapsayacak bir şekilde tüm mücadele dinamikleri ile birlikte gerçekleştirmeyi amaçlıyor.
Önümüzdeki dönem
Hem ülkemiz açısından hem de küresel dünya açısından daha zorlu bir dönemin yaklaşmakta olduğu bugün her kesim tarafından kabul ediliyor. Ekonomik durgunluğun pençesinde düşen ücretler, yok edilen sosyal haklar, artan işsizlik ve eşitsizliğin yanı sıra yakın bir gelecekte onarımı imkansız hale gelecek olan ekolojik yıkım, artık bir şeyler yapmayı zorunlu hale getiriyor. Bu ‘bir şeylerin’ yapılması konusunda herkes mutabık olsa da, bu şeylerin neler olduğu konusunda önemli ayrılıklar karşımıza çıkıyor.
Sistemin kronik hatalar verdiğini ve tamir edilmesi gerektiğini söyleyen fikirler; kamu yatırımlarının yönünü değiştirerek, istihdam-çevre dostu yaptırımları gündeme getirerek, küreselleşmenin nispeten daha adaletli bir zeminde ilerlemesini temenni ederek aslında bugün bulunduğumuz yolda farklı araçlarla devam edilmesini destekliyor.
Farklı bir yola çıkmak isteyenlerin ise söyledikleri çok net. Bu fikir, sistemin reforme edilecek bir tarafının olmadığını, ne yaşanıyor ise sistemin kendisinden kaynaklandığını, sermayenin sınırsız rekabet anlayışının ve kazanç arayışının, emeğin kazanımlarını, adaleti, ahlakı, gezegenin tüm değerlerini yok ettiği bir tartışmayı gündeme taşıyor.